top of page

KÜR


Yıllar sonra her şeyin başladığı yere tekrar dönmenin plânlarını yaparken, hayata benim baktığım noktadan bakan dostlarım ve ailemle birlikte gerçekleştireceğimiz bu kısa süreli yaşam molasının yazı masama nasıl yansıyacağını ve o dostlarımdan birinin dile getirdiği “yola çıkarken, arkamızdan birileri gelsin diye hazırlanmadık ki biz” cümlesinin, işte şu yazmakta olduğum yazıya ne denli yön vereceğini elbette bilemezdim.


Dönmek derken; hayatımın ilk temellerinin atıldığı ve o temeller sayesinde ayakta durmayı öğrenip büyüdüğüm kasabaya tekrar yerleşmeye, temelli dönmeye karar verdiğim de sanılmasın lütfen. Bunun için henüz erken… Ve benim için dönmenin, bugüne kadar gezdiğim ya da yaşadığım tüm topraklara yeniden gitme arzusu olduğunu ayrıca belirtmeliyim.


“Keşif Defteri” adlı kitabımın yayınevimde gün ışığına çıkmasını beklediğim şu günlerde, bu yazının, adını şimdilik “Yürüyüş Yolları” olarak vaftiz eylediğim yeni kitabıma nasıl güç vereceğini, bu yazıdan yeni yazılar doğup doğmayacağını da henüz bilemiyorum. Bildiğim tek şey, yeni kitapta sokakların, yapıların, parkların, meydanların, tapınaklarla anıtların ve gökyüzünün iç yüzüne daha yakından bakma isteği, ara yollarda daha çok kaybolup arkasından izini ve yönünü bulma sevinci ve elbette hatıralarla hikâyelerin de eşliğinde daha çok yürümek, yürümek, yürümek ve keşfetmek arzusu olacaktır.


Ben, o kasabada her yere yürüyerek gidip geldim. Öğle tatillerinde okuduğum okuldan eve yürüyerek gelir, karnımı doyurur ve tekrar okuluma dönerdim. Mahallenin ne demek olduğunu arsalarda, sokaklarda ve evimizin ya da komşu evlerin hemen önünde oyun oynayarak öğrenirken, diğer yandan da bize yabancı yukarı mahalleleri keşfe çıkar, parklarda dolaşır, çay boyunda avarelik ederdim. Üzümü domatesi elmayı şeftaliyi ve diğer tüm zerzevatı tanıdık bağlarda bahçelerde dalından kopararak yer, çarşı pazardan ama en çok da mahallenin bakkalı Halil Amca’dan alışveriş yapıp eve taşırken, ben hep yürürdüm.


Hayatı yürüyerek öğrendiğim o kasabaya tekrar dönmek ve “Yürüyüş Yolları”na yine bu kasabadan başlamak belki de bu yüzden benim için çok önemli. Bir yandan içsel bir yolculuk, diğer yandan ise Eylül Ada’ya şimdilerde üzerlerinde apartmanlar da olsa eskiden oyun oynadığım arsaları, büyüdüğüm evleri, okuduğum okulları ve karış karış dolaştığım sokaklarla parkları gösterme arzusu. Ama aynı zamanda “Keşif Defteri”min yazılışına bir anlamda vesile olan, gezgin yanımı harekete geçiren Eda’ya da bir gönül borcu.


Bu borca, birlikte İzmir’i sokak sokak gezdiğimiz, gezmekle kalmayıp oturup yazdığımız Sevgili Doktor M. Cengiz Tümer ile gizli gurme eşi Aydan Hanım’ı ve sanal âlemde başlamasına rağmen bir ömür süreceğini şimdiden bildiğim Bülent ve Ayşegül’ün son derece samimi sıcaklığını da eklemeliyim. Elbette Bartu’yu da unutmadan: Bartu ki, kızımın ilk keşif ve yol arkadaşıdır. Dağ Ilıcası’nda oksijen depolarken, neredeyse kuş sütünün eksik olduğu (!) köy kahvaltımızı sindirmeye çalıştığımız 3 km boyunca en güzel ve ilginç mantarlara, kuşlara, dökülen yapraklara, çiçek ve böceklere birlikte bakmışlar, uzaklarda sesini duyduğumuz gizemli dereyi birlikte aramışlardır.


•••


2010 Cumhuriyet Bayramı’nda, üç günlüğüne Gönen’deyiz. Yedi yıl önce dedemin cenazesi için geldiğim zorunlu ziyareti saymazsak, son on yıl içindeki tek dönüşüm diyebilirim memleketime. İlk izlenimlerim ise pek şaşırtıcı değil: Kasaba yerli yerinde duruyor.


İzlenim demişken; bu yazının Gönen’de geçen o üç güne dâir bir izlenim yazısı olmasını istiyorum. Klasik bir gezi yazısından çok, hissettiklerim üzerine kurulmasını ve daha da çok dostlarımla birlikte geçirdiğimiz son derece keyifli zaman dilimlerini anlatmasını arzuluyorum. Kaldı ki, Gönen’in bilinen bilinmeyen tarihini, ören yerlerini, dillere destan parkını, güzelliklerini, yeşilini, doğasını, çarşı ve pazarıyla lezzetlerini ve elbette kaplıca suyunun insanlara nasıl teklifsizce şifa sunduğunu daha önce yazıp anlatmıştım ben.


Aslında bu geziyi, Karaburun İnecik buluşmasından hemen sonra geçen sonbaharda plânlamıştık. Ama benim özel şartlarım nedeniyle gidememiş, eksik kalmıştık. Bu yıl ise ekip daha bir istekli olmalı ki, –yine çok sayıda eksiğimize rağmen– bir araya gelmeyi başardık.


Zaten gezginlik de böyle bir şey: Bazen plânlı, çoğu zaman ise hiç düşünmeden ve arkanıza bakıp kimlerin gelip gelmediğine takılmadan hareket etmeyi gerektirir. Ufacık bir çağrı, bir ses, bir koku, bir renk ya da özlem yeter yollara düşmeye. İçinizden gelen o sesleri ya da çağrıları dinlemezseniz, huzursuz olursunuz ve mutsuz. Bir an önce hazırlanıp çıkmak istersiniz rotaya doğru. Yüreğiniz pır pır eder, gözlerinizin içi güler. Program dışı bir geziye çıkmış olsanız bile yol boyu gideceğiniz yer hakkında okuyup düşünerek plânlar içinde olursunuz. Gideceğiniz yere vardığınızda ise sizden mutlusu yoktur. Büyük bir iştah ve istekle en önde yollara düşer, gezmeye koyulursunuz.


Benim için memleket gezisi de böyle olmuştur diyebilirim. Hayatımın ilk on sekiz yılının geçtiği bu topraklara dönerken, baştan herhangi bir hazırlığımın olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ama gezi tarihi yaklaştıkça bir anda kendimi plânlar ve programlar içinde buldum. Sonunda ise dostlarım ve aileme sanırım mükellef bir Gönen sundum.


•••


Gönen’in bir ucundan diğer ucuna yürümek kabaca yarım saat sürer. Biz de gezimizin ilk gününde öyle yaptık. Pansiyonumuza yerleştikten ve karnımızı doyurduktan sonra çarşı içinden geçerek büyüdüğüm mahalleye vardık. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği 70 Evler ve cânım Ömer Seyfettin Lisesi derken, ara sokaklardan yürüyerek çarşı merkezine ve oradan da parka ulaştığımızda daha bir saati bile geride bırakmamıştık. Sonrasında ise asırlık servi, çınar ve çitlembik ağaçlarının gölgesinde, hemen yanı başındaki Gönen Çayı’nın son günlerde yağan yağmurların da etkisiyle boz bulanık ve çamurlu çamurlu aktığı parkta derin sohbetlere daldık.


Memleket gezimizin tüm ayrıntılarını; ilk akşam karnımızı doyuracak bir yer bulamayıp da çoluk çocuk mantıcıya nasıl sığındığımızı, mantı, gözleme ve çii-böreklerimizin pişmesini beklerken bando mızıka ile önümüzden geçen fener alayını nasıl alkışladığımızı, arkasından Fener’in maçını orta hâlli bir birahânenin ailelere ayrılmış üst katındaki bir odasında nasıl heyecanla izlediğimizi, ertesi gün Dağ Ilıcası yolu üzerindeki Köy Konağı’nda yaptığımız inanılmaz kahvaltıyı ve kahvaltı sonrasındaki doğa yürüyüşümüzü, akşamında Huzur Restoran’da huzur ararken felekten çaldığımız kadehleri, dönüş yolu öncesi evlerimize büyük bir açlıkla taşıdığımız kelle peynirlerini yoğurtları lorları kaymakları ve pişirilmeye hazır çeşit çeşit hamur işleri ile çuval çuval pirinçleri ve buna benzer daha nice detayı anlatmak istemiyorum.


Ama tek bir ayrıntı var ki, anlatmadan geçmek haksızlık olur: Kaplıcalarıyla ünlü memleketimin, suları binbir derde deva havuzlarına ya da hamamlarına gidip kendimize şöyle mükellef bir SPA kürü ısmarlamak istemedik hiçbirimiz.


Çünkü bizim amacımız termal banyolarda şifa aramak değil, dostluk ve birlikteliğimizi pekiştirmek, Gönen’e uzandığımız bu kısa süreli gezide bir yaşam molası vermekti.


Hayatımıza hayat kattığımız memleketimde, bundan daha sağlıklı bir “kür” olur muydu sizce?



– Kasım 2010


bottom of page