top of page

Le Sacre Coeur ya da Kremalı Pasta

Sizi bilmem ama, benim Paris’te en sevdiğim kilise Montmartre’da yükselen Sacré Coeur’dur. Hatta bu bölge için, Paris’in en sevdiğim mahallesi, söz konusu kilise için de yeryüzünün en güzel yapısıdır diyebilirim.

 

Günümüzde dünyanın her yerinde, dinsel yapılar kültürel turizmin en gözde mekânları olmuştur. Hiçbir gezi programı, bu ruhâni tapınakları görmezden gelmek istemez. Bir kentin ya da ülkenin sosyo-ekonomik zenginliğinin en önemli göstergesi, bu dinsel mâbetler midir bilinmez ama, Antik’ten Rönesans’a kadar her coğrafyanın en gözde ve en büyük eserlerinin bunlar oldukları kesindir. İster hâlen daha ibadete açık olsun, ister artık bir müze işlevi görsün, ister sadece dört duvarı günümüze kadar gelebilip ayakta kalsın hiç fark etmez. Pagan tapınaklarından katedrallere, camilerden sinagoglara tüm dinsel yapılar ziyaretçileriyle dolup dolup taşmaktadır günümüzde. Çünkü bu mâbetler, taşıdıkları işlev kadar, aynı zamanda çok özel yapılardır. Dönemlerinin en ünlü mimarlarının, sanatçılarının ve yapı ustalarının elinden çıktıkları için her şeyden önce dünya üzerinde bir eşi benzerleri daha yoktur. Süslemeleri özgün, çinileri kusursuz, oymaları derin, kubbeleri engin, vitrayları ışıl ışıldır onların.  

 

Bu şaheserler arasında, kişisel gezi tarihim süresince ziyaret edebilme şansına eriştiklerim, aslında son derece az. Ama yazının konusuna gelebilmek açısından tamamen öznel ve subjektif bir karşılaştırma yapabilme şansım da var elbette… Gelişigüzel sıralayacak olursak: Selçuk St. Jean, İstanbul Ayasofya, Sultanahmet ve Süleymaniye, Edirne Selimiye, Venedik St. Marco, Floransa Santa Maria del Fiore, Vatikan St. Pietro, Lefkoşa St. Sophia (ya da Selimiye Camii), Prag St. Vitrüs, Viyana Stephansdom ve Paris Notre Dame ile Sacré Coeur…

 

Tüm bu anıtsal yapıtların, bulundukları şehrin en önemli dinsel yapısı olduğunda hemfikiriz sanırım. Görenleriniz vardır elbet; çünkü bu listeyi –elbette Anadolu’dan da örneklerle birlikte– Barselona, Granada, Köln, Londra, Moskova, Milano diye uzatmak olası.

 

Ama kim ne derse desin, bu mâbetler arasındaki benim favorim Montmartre’daki Sacré Coeur’dur. Çünkü diğer hiçbir dinsel yapı, Sacré Coeur kadar aydınlık ve onun kadar güler yüzlü değildir. Kremalı pasta ise hiç değildir.

 

Evet, bu karşılaştırmayı yapmak belki son derece yanlış. Yapılış tarihleri farklı, üslupları farklı, mimarları ve dönemleri farklı bunca yapıyı bir arada sıralayıp da birini diğerinden öne çıkarmak belki saçma. Ama dediğim gibi bu subjektif bir yazı. Mimari ve sanatsal değerlerden çok, bende hissettirdikleri üzerine kaleme alınıyor.

 

19’uncu yüzyıla tarihlenen Sacré Coeur (Kutsal Yürek), neo-klasik mimarinin masalsı bir örneği bence. Paris’in en yüksek tepesi Montmartre’da bulunan kilisenin en önemli farkı, bembeyaz kubbesinden geliyor. Güneş altında pırıl pırıl ışıldadığı için gözleriniz kamaşsa da bu güzellikten kendinizi bir türlü alamıyorsunuz.

 

Yapım hikâyesi de oldukça ilginç: İki Katolik Fransız, Paris’in Prusyalıların işgalinden kurtulması durumunda, görkemli bir kilise yaptıracaklarına dâir adakta bulunmuşlar. İşgal sona erince, adağı yerine getirmek üzere dönemin başpiskoposuna danışmışlar. Başpiskopos elbette son derece memnun bir şekilde bu iki dini bütün Katolik’e Montmartre’ı göstermiş. Gel zaman, git zaman kilisenin yapım işi Paul Abadie’ye verilmiş. Fransız mimarın çizdiği Erken Bizans üslubundaki plân çok beğenilmiş. Ve 1875’de inşaata başlanmış. Ancak çoğu dinsel yapı mimarının başına geldiği gibi (!) Abadie’nin de ömrü Sacré Coeur’u tamamlamaya yetmemiş. Kilise nihayet 1919’da bitebilmiş ve ibadete açılmış.    

 

Kral IX Louis ve Joan Of Arc’ın heykelleriyle süslenen ve 19 ton ağırlığı ile dünyanın en ağır çanlarından birine de ev sahipliği yapan Sacré Coeur’u, Paris’e yolunuz düştüğünde mutlaka görün. Sizi tepeye ulaştıracak bitmek bilmez merdivenleri tırmanmak gözünüzde büyüyorsa füniküler de var. Yukarıya çıktıktan sonra, önce Paris panoramasına şöyle bir bakın. Ardından bu manzara eşliğinde kremalı pasta kıvamındaki Sacré Coeur’dan iri bir ısırık alın.

 

Sonra kilisenin hemen yanındaki sokağa girerek biraz ilerleyin ve 2001’de Amelie’nin de çekildiği parke taşlı daracık ara yollarda keşfe çıkın. Eğer yorulursanız meydana geri dönün ve yerel ressamlardan birine aslında hiç de size benzemeyecek olan portrenizi yaptırın. Ve verdiğiniz onca paradan sonra portreniz içinize oturduğu için kendinize bir kahve söylemek üzere yol kenarındaki café’lerden birine çöküverin. Gelip geçenleri izlerken sakinleşin ve akşam olmasını bekleyin.

 

Çünkü gün akşama döndüğünde, hemen aşağıdaki Pigale’de Moulin Rouge sizi bekliyor olacak.

 

 

– Ekim 2008

 

 

Hamiş

Bu yazı; elbette ve kısmen gerçek duygularımla birlikte –ama tamamen eğlenmek adına ironiler üzerine kurulmuş olup, yazıda da belirtildiği üzere subjektif bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Herhangi bir polemiğe mahâl vermemek adına belirtmek isterim.

bottom of page