top of page

Sakız 3.Bap

Son zamanlarda yolum oldukça sık düştü diyebilirim Sakız’a. Sadece İzmir’e yakın ve ulaşımı kolay olduğundan değil ama bu sevdam, çok daha geçerli nedenlerim var benim.

 

Buradan çok uzakta, bambaşka bir coğrafya ve iklimdeki Berlin için ne demişti Türkçe’nin yazıbeyi Enis Batur? “Bir şehri tanımak için geniş zamanlar yetmez, sınırsız bir bağlanış da gerekir” mi demişti? Peki, sınırsız bağlanıp karşılıksız sevsek de bir şehri; her karış toprağını, havasını ve suyunu, ara sokaklarını, kuytu köşelerini, meydanlarını, kahve dükkânlarıyla lokantalarını, yapılarını, anıtlarını, ağaçlarını ve parklarını ezbere bilip kendimizi oraya ait hissetsek de yeterli midir, bu yabancının bizi tümüyle kabullenmesi ya da bizim onu eksiksiz tanımamız? Değil elbet. Çünkü Batur’un yine Siyah Sert: Berlin’de yazdığı üzere “Hiçbir şehri avcunun içine alamaz kişi…”

 

Siyah Sert: Berlin, Enis Batur´un Seyahatname´sinin yeni kitabı. Üç şehir (Berlin-Paris-İstanbul), üç yazar (Benjamin-Baudelaire-Tanpınar) ve üç zaman (dün-bugün-yarın) arasından üçgenler kurarak ilerlemiş Batur. Gezi edebiyatına ve şehir kültürüne farklı bir perspektiften bakmış; fotoğraflar, sanat yapıtları ve belgeler eşliğinde. Öyle yazıyor arka kapağında.

 

•••

 

Üçüncü gelişim Sakız‘a, son bir yıl içinde. İlk iki seyahatimin izleri, Yürüyüş Yolları dosyamda çoktan yerlerini aldılar. Şimdi ise eylülün son günlerinde, Ada’ya ilk adımlarımı attığım şu anda, yeni bir yazı daha süzülür mü kalemimden, bilemiyorum?!. Oysa deniz ve gökyüzü binlerce kez mavi… Yine de çantamdaki, bu iklime tezat Siyah Sert: Berlin, nasıl besler ki beni? Hangi katmandan bakarım üçüncü defa aynı Sakız’a?

 

Hiç kuşkusuz Sakız, 1822’deki Osmanlı katliamının izlerini tüm çıplaklığıyla sergileyen Unesco korumasındaki Nea Moni Manastırı ile Ortaçağ‘dan bugüne hiç bozulmadan kalan Pyrgi ve Mesta köyleri dışında çok katmanlı bir yapıya sahip değil. Özellikle serin gölgeli labirentleriyle bambaşka bir derinliği önünüze açan Mesta, mest eder insanı. Süslü Pyrgi geri kalır mı? O da öyle... Ama bunların dışında, klâsik bir “Yunan Adası” imgelemi yoktur Sakız’ın. Nefes kesen manzaralar, birbiriyle yarışan yapılar, beyaz badanalı duvarların üstündeki mavi kubbeli çatılar, olağanüstü bir deniz ve doğa bulunmaz burada. Dolayısıyla turist de pek uğramaz Ada’ya, biz Türklerden başka seveni yoktur. Öyleyse neden gelir insan, üçüncü defa Sakız’a?

 

Cevabı son derece basit aslında: Yabancı bir şehrin ruhuna daha iyi nüfuz etmek, orta hâlli bir Yunan kasabasının sıradan halkı gibi yaşamak, burada mümkün olduğunca “geniş zamanlar” geçirip ona “sınırsız bağlanmak” ve inatla “avcumun içine” almak için…

 

Akşam çanları çalmaya başladı. Enis Batur’un Berlin kitabını kapatıp özenle sırt çantama yerleştiriyorum, şu satırları yazmış olduğum defterimle birlikte. Kütüphaneden çıkıp binanın önündeki basamaklara oturuyorum. Önümdeki meydandan Sakız’ın küçük çarşısı uzanıyor. Solumda Agioi Viktores Kilisesi. Son yapım tarihi 1881’de, Bizans stilinde. Yarın sabah, menekşe rengi çakıl taşlarıyla bezeli avlusunu boydan boya katedip buradaki Pazar Ayini’ni izleyeceğim. Tam bir öğleden sonramı geçirdiğim Koraes ise Yunanistan’ın en büyük kütüphaneleri arasında sayılıyor. 13 bin cilt kitap varmış raflarında, çoğunluğu paha biçilemez, el yazmalarından oluşan. Binanın ikinci katı Argenti Müzesi’ne ayrılmış. Bir tür etnografya müzesi olarak düzenlenmiş burası. 17’nci yüzyıla kadar tarihlenen giysiler ve günlük yaşamdan kesitler sergileniyor. Üçüncü katı ise hatırı sayılır bir resim koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Ada’lı zengin ailelere mensup önemli şahsiyetlerin portreleri bunlar. Çoğu denizci, armatör... Sahi, Kolomb da, 1492’de “yeni dünya”yı keşfetmeden çok önce, daha yirmilerini süren bir delikanlıyken Sakız’da yaşamıştı bir süre, değil mi? Pyrgi’de, 1470’lerde…

 

Gün, akşama dönüyor. Birazdan Eylül Ada ile Eda gelirler yanıma, dükkân dükkân gezmeleri bittiyse elbet! Hafif eğimli tepeden Ege’ye doğru bir çırpıda ineriz birlikte. Esmer delikanlıların arkasındaki bakır tenli genç kızlar, motorsikletleriyle yavaşça ve gülümseyerek geçerler yanımızdan. Selâmlaşırız.

 

Kıyıda, Madame Irinie’nin kahve teklifini –bu sefer– kabul ettikten sonra Rena’dan portakal ve bergamot reçellerimizi alır, karşısındaki Cave’den Metaxa ve Barbayanni şişelerimizi yüklenir, aynı sokak üzerindeki Vasili’nin mandırasına uğrayıp Mastello peynirlerimizle süzme yoğurtlarımızı ayırtır ve Yeni Zelendalı gezgin Don ile Ada’nın yerlisi karısı Dina’nın pansiyonunda (Chios Rooms) alırız soluğu. Arka bahçeye bakan terasında Don ile oturup birer tane Mythos içeriz belki. Günün yorgunluğunu atarız. Yüksek tavanlı, her bir odası ve koridorları dünyanın dört bir tarafından toplanmış antika eşyalarla döşeli, 1800’lerden kalma bu ahşap kâgir binanın geçmişinden ve geleceğinden konuşuruz onunla. Eskiden okul olan yapıyı satın aldıktan sonra yıllarca nasıl kendi elleriyle onarıp –harabe hâlindeymiş çünkü– ayağa kaldırdığını ve şimdi nasıl sevdiğini anlatır bana…

 

Sonra Niko’nun Yeri’ne gideriz elbet. Deniz, şıpır şıpır uzanır önümüzde. Karşıda belli belirsiz ışıldar Çeşme. Ve orada, Anadolu’da, kaç gündür kurban edilen hayvancıkların çilesi bitmiştir artık. Ama kızıla boyanmıştır tüm sokaklar, bahçeler, dereler, denizler, tüm bir ülke… Düşünmemeye çalışırız.

 

Mastello ile bütün hâlde taze kalamar, ızgara olarak gelir her zamanki gibi. Caciki ve salata ile birlikte usulca bırakır Niko, masamıza. Ve elimdeki Ouzo kadehi buğulanır birden, mutlulukla kalkarken havaya…

 

Sonra bir de bakarım, “avcumun içinde” Ada!

 

 

– Eylül 2015 / Aralık 2016     

bottom of page