top of page

Boğaziçi Sarayları

Can Yücel’e

 

Daha önceki yazılarımda da değinmiş olmalıyım: Anlayışları, yapıları, kültürel donanımları ve beklentileri farklı bir grup insanla toplu hâlde yapılan gezilere katılmayı hiç hazetmem ben. Çünkü beğeni düzeyi bu kadar farklı insanı hem idare, hem de memnun etmek çok zordur. Bu yüzden grup, ister istemez bir anda “aptal sürüsü” hâline geliverir. Oysa yalnız gezmenin, keşfetmenin keyfi başkadır. Yanlış yollara girip yanlış bilgilerle de donansanız, o sizin kendi aptallığınız olacağından hiç kimse size bir şey diyemez. Üstelik bilmediğiniz bir yerde yanlış yollara girip kaybolmanın keyfi de hiçbir turda yoktur!

 

Ama bu sefer, eşim Eda’nın ısrarlarına dayanamayarak yelkenleri suya indirdik. Gebze Yelkenkaya’da bulunan İş Bankası Dinlenme Tesisleri’nde –bizim gibi– yıllık izinlerini geçirdiği için hepsi bir şekilde İş Bankalı olan ve bu yüzden de müşterek zevklerde buluşacağımızı umutsuzca ümit ettiğim bir grup insanla birlikte, parçalı bulutlu bir temmuz günü Boğaz’da tekne turuna çıktık.

 

Avrupa’da, içinden nehir geçen tüm şehirlerde, bu tekne turları pek bir revaçtadır. Paris ve Prag’da gezi tekneleri dolup dolup taşar. Venedik’te ise gondol sefalarına çıkılır. Artık bindiğiniz teknenin kalitesine ya da verdiğiniz paranın değerine göre çeşitli eğlenceler sizi bekliyor olacaktır. Kimi zaman jazz yapılır tekne limandan ayrıldığında, kimi zaman da basit bir akordeonla ilerlenir sularda. Eğer gondola bindiyseniz, alacağınız ya da size önceden söz verilen keyif, gondolcunun sesi ve verdiğiniz ya da vereceğiniz bahşişle doğru orantılı olacaktır. Bu tekne ya da gondol sefasını, herhangi bir tur organize etmişse, normalin iki katı fazla para bayılmak zorunda olduğunuza ise hiç değinmiyorum.

 

Ama biz bunların hiçbirini yaşamamıştık. Yelkenleri suya indirdiğimiz bugüne kadar…

 

İstanbul’da yaşadığım yıllarda defalarca arkalarından dolaştığım, Kadıköy ya da Üsküdar’dan Beşiktaş ya da Karaköy’e geçerken belli belirsiz uzaktan seçtiğim Boğaziçi saraylarının, bana bu denli keyif vereceğini bilmediğimi şimdiden söylemeliyim.      

 

•••

 

Teknemiz Aqua-2, Paşabahçe’den demir aldığında saat 11 sularıydı. Yaklaşık 1 saat sonra Boğaz’ın Karadeniz’e selâm çaktığı Poyrazköy’deki balık molasını takiben, tüm günü Boğaz suları üstünde geçirdik.

 

Tarabya açıklarına gelip karşı yakada seyretmeye başladığımızda, teknemizden bangır bangır bağıran Serdar Ortaçlar, Fatih Ürekler ve benzerleri ile daha sonra tam Galatasaray Adası’nı geçerken yükselen Fenerbahçe marşları ve şarkıları yüzünden (oysa doğuştan Fenerli olmama rağmen bu tür fanatik çıkışları hiç hazetmem ben / üstelik rap şarkıda adı geçen futbolcuların hiçbiri artık takımda bile değilken) kendi kendime bu geziye katıldığım için bin lânet okuyordum.

 

Ama Yeniköy ile birlikte dış dünya ile olan sese dayalı tüm bağlantımı keserek, önümde salınan yalıları, köşkleri, sarayları seyre daldım. Aslında salınan bizdik elbette. Ama teknenin içinde olma durumu insanı böyle şaşırtıyor işte…

 

Burada Boğaz’ın her iki yakası boyunca sıralanan sarayların, köşklerin ve yalıların tarihi izlerini sürecek değilim. O başka bir yazının konusu… Ama en eskisi 17’nci yüzyıla tarihlenen, çoğunlukla da 19 ve 20’nci yüzyıl yapısı bu sivil ve resmi mimari örneklerinin, her şeye rağmen Boğaziçi’nin en nadide mücevherleri olduğu konusunda, herkes benimle hemfikirdir sanırım.

 

Sait Halim Paşa Yalısı, Çiller’in sarayı derken; İstinye, Emirgan, Baltalimanı, Rumelihisarı, Bebek, Arnavutköy, Kuruçeşme, Ortaköy ve Beşiktaş boyunca salındık, durduk. Ve Çırağan açıklarından Üsküdar’a doğru dümen kırdık.

 

Anadolu yakasının sarayları daha bir korunmuş geldi gözlerime. Belki de bunda, özellikle Salacak – Kuzguncuk – Çengelköy hattında, hâlen daha eski İstanbul’un mahalle yaşamının sürdürülmeye çalışılmasının etkisi büyük olsa gerek. Elbette bu öngörümde bazı Tv dizilerinin de katkısı vardır. İşte tam şu köşeden Perihan Abla çıkacak, Süper Baba’nın kahvesinde oturup kendine okkalı bir kahve söyleyecek, derken içeriye Can Baba girecek ve küfrü basacak!..

 

Can Baba deyince, aklıma Şehir Tiyatroları’nda Dramaturg olarak çalıştığım yıllar geliyor:

 

12-13 yıl kadar önce Avusturya Kültür Merkezi işbirliğiyle bir etkinlik düzenlemiştik. Can Yücel, Türkçe’ye çevrilmesini önerdiği Erich Fried’in şiirlerinin bir kısmını Türkçe söyleyecekti. Neyse etkinlik bitti. Tiyatro yönetiminden birkaç arkadaşla birlikte kuliste oturuyoruz. Baba’yı yıllar öncesinden, öğrenciliğimden tanıdığım için, (Salihli Şiir İkindileri / 90’ların başı / bu da başka bir yazının konusudur) “Tayyare” dedi, “Yahu şuradan hiç olmazsa bir bira kap da gel, vakt-i kerâhat geldi geçiyor, gırtlağım kurudu namussuzum…” Dediğini yaptım, keyfi yerine geldi. Birasını yuvarladıktan sonra, Baba’yı evine kimin bırakacağının plânlaması yapıldı. İsmi lâzım değil –zaten hatırlamıyorum– sarışın bir oyuncu kızımız, “Ben bırakırım” dedi. “Arabamla geldim, zaten ben de eve gidecem” dedi. “Tamam” dedik biz de ve vedalaştık.

 

Gerisini sonradan öğreniyoruz… Kız ile Baba, Harbiye – Beşiktaş üzerinden köprüye çıkmışlar. Köprüyü geçmişler. Normalde aklıselim biri, köprüyü geçince “Sizi nerde bırakayım” diye sorar. Kızımız sormamış oysa. Anadolu yakasına geçince ilk sapaktan çıkmaları gerekirken devam etmişler. Can Baba da sesini çıkarmamış. Ya olacakları merak ediyor ya da bu kız beni nereye götürüyor diye düşünüyor. Neyse, Göztepe mi, Erenköy mü ne, oralarda bir yerlerde Can Baba artık dayanamamış ve suskunluğunu bozmuş, “Kızım, daha yolumuz var mı Kuzguncuk’a…”

 

Kızımız çığlığı basmış. “Ayy!.. Unuttum ben sizi. Oysa arkadaşlar sıkı sıkı tembihlemişlerdi nerede ineceğinizi… Neyse, hemen şuracıktan döneriz şimdi…”

 

Can Baba’yla kız geri dönmüşler. Ama kızımız, köprüden önceki son çıkışı, belki inanmayacaksınız ama yine kaçırmış. Baba artık iyice sinirlenmiş. Mâlum vakt-i kerâhat çoktan geldi de geçiyor. Beşiktaş’a gelince “Bu kadar seyahat yeter” demiş, “Ben şurdan bir motora biner ve 5 dakkada karşıya geçerim…” Ve zorla inmiş arabadan. Elbette okkalı bir küfrünü, kızımızdan esirgemeyi de unutmadan!

 

•••

 

Gezmek işte böyle bir şey. Gördüğünüz her yeni yer, zihninizdeki taşları yerinden oynatıyor. Bu bazen okuduğunuz bir kitap oluyor, bazen benzer bir şehir, bazen de bir kişi ya da anı… Bu vesileyle biz de Can Yücel’i anmış olduk. Gittiği yerde küfrü bol olsun!

 

•••

 

Boğaz seyrimiz devam etti. Demir aldığımız Paşabahçe’ye kadar; Dolmabahçe ile Çırağan’ın küçük kardeşi Beylerbeyi, ve onun da küçük kardeşi Küçük Su Kasrı, ağaçların ardından sadece kulesi görülen Hidiv Kasrı derken tüm yakayı adım adım ve salına salına dolaştık. Vaniköy, Kandilli, Göksu, Anadoluhisarı ve Kanlıca açıklarından Beykoz – Paşabahçe’ye vardık. Denize giren çocuklara yol boyu el salladık. Kar beyazı yalıları, yıkılmaya yüz tutmuş cânım ahşap konakları, kırmızı aşı boyalı sırça köşkleri ardımızda bıraktık. Aralarında ya da hemen üstlerindeki tepelerde yükselen “çürük dişleri” ise görmezden geldik.

 

Bu çürük dişler olmasaydı, yani bizler biraz olsun estetik, güzellik, tarih bilinci ve geçmişe değer vermek nedir bilseydik, bugün Boğaziçi Yalıları, Venedik Sarayları’yla yarışır mıydı dersiniz?

 

Bence kesinlikle evet!  

 

 

– Yelkenkaya / 27 Temmuz 2008

bottom of page