top of page

Arno'nun Işığında Nasıl Kaybolduk?

Hikâye herkes tarafından bilinir: Büyük aşkı için bir çiçek festivali düzenlemekle kalmayıp, her fırsatta Kleopatra’ya çiçek toplamaya da çıkan Julius Cesar’ın yolu günlerden bir gün Toskana Vadisi’ne düşer. Bu toprakları kısa süre önce, ordusunda üstün hizmet göstermiş askerlerine bahşeden imparator hazretleri; hem eski askerleriyle hasret gidermek, hem de ününü çok duyduğu dağ menekşelerini yakından görmek istemektedir. Yıl, İ.Ö.59, mevsim bahardır. Ve dedikleri kadar varsa, Kleopatra’ya sunulacak olan kucak dolusu menekşeler, kraliçesinin pek hoşuna gidecektir.

 

Dağları ve vadileri aşıp düz ovada kıvrıla kıvrıla akan nehrin kenarına vardıklarında, insanlık tarihinin en savaşçı ordularından birine mensup askerleriyle birlikte, elbette Cesar da buram buram menekşe kokmakta ve etrafına baygın baygın, deyim yerindeyse huşû içinde bakmaktadır. Bu toprakları armağan diye bağışlamaktan pişman mıdır bilinmez, ama hiç değilse adını kendi koymak ister ve aşka gelerek şöyle der: “Buranın adı, bundan böyle Florentia olsun.” 

 

Çünkü “fiore” İtalyanca’da çiçek demektir. Çiçek ve Bahar Tanrıçası’na verdikleri isim ise Flora’dır. İşte aynı kökten türeyen “Florentia” da çiçekler şehri olarak hemen benimsenir.

 

Günümüzde kendi dillerinde Firenze, İngilizce’de Florence, Türkçe’de Floransa olarak tanınan bu kent; adıyla ve sanıyla, giderek tüm dilleri etimolojik açıdan öylesine etkiler ki, bitki örtüsü anlamına gelen flora ve dünyadaki en yaygın aydınlanma aracı olan floresan lambanın bile onun adından geldiğine hiç kuşku yoktur. Tabii en basit anlamıyla yeniden doğuş ve aydınlanma demek olan Reform ve Rönesans’ın bu topraklardan yeryüzüne yayılması da diller arası etkileşime yön veren önemli bir kaynak olsa gerektir.

 

Son olarak, 1926’da kurulan futbol kulüplerine Fiorentina dendiğini ve kulüp renklerine 1928’de mor da eklenerek, takımın simgesinin “mor menekşeler” olarak belirlendiğini sözlerimize ekleyelim.

 

•••

 

İtalyanca’nın Çizme üzerindeki en doğru, dikkatli ve güzel konuşulup yazıldığı Floransa’dayız. Tıpkı İstanbul Türkçe’si gibi, İtalya’da da Floransa İtalyanca’sı gözde ve geçerli. Dante, Petrarca, Boccaccio, Machiavelli, Lippi, Michelangelo, Leonardo da Vinci, Raphaello, Botticelli, Cambio, Giotto, Brunelleschi, Ghiberti ve Donatello gibi sanatçıların hayat verdiği ve özellikle 15’inci yüzyılın ikinci yarısında Medici’lerin kol kanat gerip yücelttiği bu coğrafyada Arno’nun ışığını takip ediyoruz. Gözlerimiz, bedenimiz ve tüm duyularımızla birlikte, anlamaya ve algılamaya çalışarak...

 

Eğer algılamada ve algıladıklarımı anlayıp yorumlamada biraz daha şanslı, becerikli ya da başarılı olsaydım:

 

• İkinci Dünya Savaşı’nda yara almadan kurtulan ve üstünde apartman katları yükseldiği için sanırım bu özelliğiyle dünyadaki tek örnek sayılan Vecchio Köprüsü’nü,

• Yetmiş yedi milletten insanı tüm canlılığıyla teklifsizce kucaklayan fıkır fıkır ve cıvıl cıvıl Signoria Meydanı’nı,

• Meydana girişte hemen sol cenapta yer alan Lanzi Locası’ndaki (Loggia dei Lanzi) sanat tarihi kitaplarında gördüğümüz heykellerin bire bir kopyalarını,

• Meydanın ortasındaki Neptün Çeşmesi’ni ve bu kompozisyonu kusursuzca tamamlayan, mermerden yontulmuş Deniz Tanrısı Neptün ile onun atlarını, kızlarını ve oğullarını,

• Sonra orijinali Galleria Accademia’da korunan David Heykeli ile –bir başka kopyası da yaratıcısıyla aynı adı taşıyan tepede yükselmektedir– yine Michelangelo’ya ait olup bulunduğu köşeden bize güç gösteren heybetli Herkül Heykeli’ni,

• Arno’yu meydana bağlayan yol boyunca yer alan Medici ailesinin yönetim ofislerini yani Uffizi Müzesi’ni, müzenin bilet kuyruğunda geçirdiğimiz sabırsız saatleri ve içerideki dört binin üzerindeki resimden görebildiklerimiz kadarı ile bizde bıraktığı izleri,

• Geçmişte olduğu üzere, bugün de bir anlamda mücevher deposu sayıldığı için kale gibi korunan Medici’lerin evlerini yani Vecchio Sarayı’nı,

• Normal şartlarda hiçbir amatör kadraja sığmayan kubbesiyle bir mimarlık harikası sayılan, yapımına 1296'da Arnolfo di Cambio tarafından başlanıp 1436’da Brunelleschi’nin kubbesiyle tamamlanan, herkesin Duomo diye ünlediği, dünyanın dördüncü büyük kilise yapısı olan Santa Maria del Fiore’yi,

• Sonra Duomo’nun yanında yükselen, Giotto’nun 1334’de başlayıp ömrü yetmediği için kendisinin tamamlayamadığı çan kulesini,

• Ve Duomo’nun hemen önündeki, her bir kapısı ayrı bir şaheser sayılan ve üzerlerinde İsa’nın hayatı ile St. Giovanni Battista’yı betimleyen rölyefler başta olmak üzere tüm dinsel motifleri ve süslemeleri 13’üncü yüzyıla tarihlenen Battistero di San Giovanni’yi yani Vaftizhâne’yi,

• Arno’nun karşı yakasında, bir dönem Medici’lere özenerek onlara rakip olan, ancak Vecchio tarzı bir saray yaptırmaya çalışırken iflas eden, işin ilginç yanı bu sarayı Medici’lere satarak hayatta kalabilen Pitti’lerin sarayını ve onun güzelim bahçelerini,

• Santa Maria Novella ile Medici’lerin Michelangelo’ya yaptırdıkları St. Lorenzo kiliselerini,

• Michelangelo, Ghiberti, Machiavelli, Galileo ve Rossini başta olmak üzere 274 ünlü şahsiyetin ebedi istirahatgâhları da olan Santa Croce Kilisesi’ni,

• Eskiden domuz pazarıyken günümüzde turistlerin olmazsa olmaz uğrak noktası hâline gelen küçük çarşıyı,

• Floransa’nın ortasında bizim için büyük bir sürpriz yaratan Peru konulu sergiyi,

• Sonra Repubblica Meydanı’nın sıra sıra kahvelerini, sokak konserlerini, renkli gösterilerini ve ressamlarını,

• Ve arka sokakların Trattoria’larında kocaman, az pişmiş ve nefis bifteklerin yanında şişe şişe yudumladığımız güzelim Chianti şaraplarını...

 

Elbette şimdi bu satırlarda tüm ayrıntılarıyla anlatmak isterdim.

 

•••

 

Ama ben hâlâ Arno’nun ışığında yüzüyorum ve bu coğrafyayı anlayıp algılamaya çalışıyorum. 

 

 

– Kasım 2008     

bottom of page