top of page

Klasik İtalya

Çocukluğunda ve ilk gençliğinde, neredeyse bütün bir Anadolu’yu dolaşmış ruhum, rahatlığa alışmıştı bir kere. Nedense yeni dünyalar keşfetmek istemiyor, çoğunlukla hep bildiği ve tanıdığı yerlerde dolaşmayı sürdürüyordu.

 

Yurtdışına çıkmak ise çok zordu elbette: Pasaport çıkarılacak; bu pasaporta yapıştırmak için öncelikle vesikalık fotoğraflar çektirilecek; sonra gidilecek ülkeye karar verilecek; bunu yaparken ucuz bir tur olmasına özen gösterilecek; her şey tamamsa o ülkenin istediği vize evrakları toparlanacak; vize alınacak; ve daha bir sürü cek cak cak...

 

Ama gezgin ruhum, bir kere kıpırdadı mı, geri dönüşü yoktur onun. Harekete geçirilmiş, yabancı göklerin altında soluklanmış ve eskisi gibi keşfetmenin tadına varmıştır artık. Önce Paris, iki ay geçmeden Rodos derken, içinde bir şeyler yeniden hareketlenmiş ve şimdi de İtalya üzerinde düşler kurmaya başlamıştır.

 

•••

 

Son yurtdışı gezimizden döneli henüz üç ay olmuştu ki, ben, bir yandan bunları düşünerek gezgin ruhumu haklı çıkarmak ve böylece İtalya gezimizi meşru kılmak için kendimce türlü bahaneler uyduruyordum, bir yandan da anne karnında üç aydır beklemeye başladığımız Eylül Ada ile bu gezi nasıl olacak, onu düşünüyordum. Düşünmekte de haklıydım: Venedik, Floransa ve Roma’yı kapsayan bir program çizilmişti önümüze ve bu programın büyük bir kısmı yürüyerek yapılacaktı. Sürekli yürüyecektik. Geleceğini üç ay önce öğrendiğimiz ve yaklaşık altı ay daha annesinin karnında heyecanla bekleyeceğimiz Eylül Ada ile birlikte...

 

Ama hiçbir sorun yaşamadan ve normalden daha uzun soluklu molalar vererek “Klasik İtalya“ turunu tamamlamayı başardık.

 

Sağanak yağmur yüzünden yaklaşık 30 cm. daha yükselmiş kanal sularının üzerine bir çırpıda kuruluveren portatif iskeleler üzerinde yürüyerek Venedik’i keşfettik önce. San Marco’dan Rialto’ya kadar, daracık sokaklarda bir anda karşımıza çıkıveren küçücük köprülerden geçerek bu mistik kentin altını üstüne getirdik. Yağmurla birlikte insanın yüzüne ıslak bir acı veren hava ne kadar soğuk olursa olsun, sanki yüzümüzde sürekli gülümseyen bir Commedia Dell’Arte maskı varmış gibi, sokaklarda / meydanlarda / kanallarda hep gülümseyerek dolaştık. Ve insan Venedik’e, en azından bir kere de Şubat’taki Carnevale’de gelmeli diye düşündük.

 

Gezinin ikinci durağı Floransa’ydı. Venedik ne kadar “ölüm” ise, Floransa o kadar “yaşam” olmalıydı bence. Şimdi düşünüyorum da, ortasından gürül gürül akan Arno’nun hayat verdiği bu topraklar, boşuna Rönesans’ın başkenti olmamış. Her sokağı, her binası ayrı bir tarih bu kentin. Ama yaşayan ve soluk alıp veren bir tarih... Kendisini teklifsizce sunan, sayfalarını çevirdikçe okumaya doyamadığınız, incelik ve güzelliklerle dolu bir tarih... Vadilerinde nefis Chianti şaraplarının yapıldığı, küçücük köylerinde hâlâ Ortaçağ’ın yaşandığı bir tarih...

 

Bu yüzden insan, Floransa’ya / Toskana’ya, doğa, baharda canlanırken ve yeni bir tarihi yazmaya başlamışken bir kere daha gelmeli. Gelmeli ve bu topraklarda bir ömür kalmalı.

 

Eğer gelip de kalmayı başarabilirseniz, iki saat uzaklıktaki imparatorluk başkenti Roma’ya da nasıl olsa bir yolunu bulup gidersiniz. Ve bizim yaptığımız gibi; o geniş caddelerine, her köşede yükselen anıtlarına, dikili taşlarına, müzelerine, heykellerine aldırmadan, yani bütün o ihtişamına rağmen biraz “yapay” duran bu kentte fazla oyalanmadan, tekrar Toskana’daki köyünüze geri dönersiniz.

 

 

– Kasım 2003 / Şubat 2005

bottom of page