top of page

Kâğıttan Pasaport

KKTC Seçim Günlüğü / 2005

 

13 Ocak

Ada'daki ilk izlenimlerim pek iç açıcı değil: Orta büyüklükteki bir Anadolu kasabası burası. Tek fark, trafik ters yönden akıyor ve korna çalmak kanunen yasak!

 

Tanıdık markalar var bina yüzlerinde: İş Bankası, HSBC, Alfemo, Anadolu Hayat... Sokaklar karanlık, hiç insan görmüyorum ortalıkta. Zaten nüfusu da bu yalnızlıkla doğru orantılı; 30 bin civarı.

 

Ada'ya gelirken, her ne kadar pencere yanı olan yerimi değiştirerek, koridor yanında otursam da, bu 6. uçuşumda (Airbus-321, İskele), giderek uçmaya alıştığımı söyleyebilirim.

 

Otelden önce, doğru Parti'ye gidiyoruz. Yorucu bir gün ve sonu.

 

 

14 Ocak

Sabah tam 07'de çan sesleri ile uyandım. Hoşuma gitti. İşte / artık yabancı ve bilinmeyen bir memleketteyim.

 

Dün gece 5. kattaki otel odamdan şehre baktığımda net görememiştim. Rum tarafı (ki odam hem doğuya, hem de güneye bakan köşe bir oda. Rahat ve geniş. Ama eski) daha aydınlıktı sadece. Şimdi görüyorum da, her anlamda öyle gerçekten de.

 

Üstündeki kocaman UN amblemiyle Ledra Palace. Yeşil Hat'tın tam ortasında eski bir otel. BM karargâhı olarak kullanılıyormuş. Ön kapısı Türk tarafında, arka kapısı ise Rum'da. Ve diğer yüksek binalar. Bayındır bir şehir Güney Lefkoşe.

 

Odamın doğu tarafında, biri Selçuklu (!) yapısı gibi görünen çifte minareli olmak üzere 4 cami sayıyorum. 100 m. aralıklarla. Bir tane de güney doğuda. Tam güneyde ise 3 kilise var. Hepsi de Rum Ortodoks. En yakını beni uyandıran olmalı. Bunlar da en çok 100 m. aralıklarla. Kiliseler de dâhil tüm dinsel yapılar Türk tarafında. İbadethâneler açısından Rum tarafını net göremiyorum. Oysa 500 m. var sadece aramızda. (Avrupa ile.)

 

İ.Ö.7’inci yüzyıla ait Asur kaynaklarında Ledra olarak anılıyormuş burası. İ.Ö.300 yıllarında ise Ptomely 1. Soter'in oğlu Lefkos, kenti yeniden inşa ettirmiş ve adını vermiş. Luzinyanlar döneminde iyice gelişme göstermiş kent. 1192 yılında ise Ada'nın başkenti Lefkoşe olmuş ve o günden beri de öyle. Ortaçağ'da (1489) Venedikliler, 1570 yılında ise Osmanlılar almış Ada'yı. Her iki kültürün de izlerini görmek olası olmalı.

 

Hemen aşağıda, doğu kanadında güzel bir bina dikkat çekiyor. Kolonyal mimari tarzında inşa edilmiş. En az 70-80 yıllık bir tarihin izlerini taşıyan bu bina ile burada kaldığım süre boyunca karşılıklı bakışacağımızı şimdiden biliyorum. Geçmişine rağmen görece bakımlı bir bina bu. 3 yüksek katlı. Her katında 5 pencere var. Pencerelerin önünde ise küçük balkonlar. Aslında bütün pencereler balkonlu değil. Bir varmış, bir yokmuş misâli boşlukta asılı duruyorlar. Yani soldan sağa 1., 3. ve 5. pencereler ayrıcalıklı. Ama tüm pencerelerin yeşil kepenkleri kapalı. Sanırım dün gece de kapalıydılar. Kimseler yaşamıyor mu acaba? Kendimi bu bina ile özleştirdiğim kabul görürse eğer, sabah kalktığımda gördüğüm, otelin güney sokağının köşesinde yer alan eski taş bina da Eda'nın yapısı olurdu kesinlikle: İş Bankası Lefkoşe Şubesi... Sıralı düzende, yaşlı ama bakımlı bir bina bu. Ve elbette kolonyal. Biraz İngiliz, biraz Rum, biraz da Akdeniz...

 

Lefkoşe'deki 3 yıldızlı iki otelden biri olan ve en iyisi olduğu söylenen otelimiz Saray, kentin Suriçi bölgesinde ve en önemli meydanında (Sarayönü) yükselen 8 katlı bir bina. Meydanda çirkin bir de sütun var. Adı Venedik: Düz bir sütun ve üstünde de bir top; Phallus! Kıbrıs'taki Venedik idaresine haraç olarak Salamis'teki orijinal yerinden buraya taşınmış. Granit bir sütun bu. Üstünde Aziz Mark'ın Arslanı, altında ise soylu Venedik ailelerinin silahlarında görülen işaretler bulunuyor. Çevresindeki güvercinler ise güzel. Yazın daha şenlikli olmalı bu meydan: Minik masalar, sandalyeler, üzerlerinde şemsiyeleriyle bir Avrupa şehri kopyası meydancık...

 

Gece düşümde babamı gördüm. Bir de Ada'mı. Minik kuzum, canım kızım benim...

 

 

Aynı gün / gece

Tozlu bir şehir Lefkoşe. Üzerinde kalın bir sis tabakası gibi toz tabakası var. Şehrin insanları da öyle. Sevimli lehçeleri (Trakya, Doğu ve daha çok da Rum) bir yana, ağır kanlı ve yavaşlar çoğunlukla. Tez canlılığı aramak ise boşuna. Akşam 18'den sonra sokaklar boş ve ıssız, dükkânlar kapalı. Yine de bu tozlu durumu, kalın bir kitaba benzetmek de olası. Tozlu bir kitap elbette. İçine girmek ve anlamak için biraz sabır gerekiyor. Derinlemesine bakmak, ayrıntılarda buluşmak, koloni yapılarının yüzlerine, yüzeylerine dokunmak… Yani çapraz okumalar yapmak şart bu şehirde.

 

Oteldeki odamın 5. katta olduğunu söylemiştim. Bu kata, bu saatte (23 suları) sıcak su çıkmıyor. Dün gece de yoktu, bu gece de yok. Can sıkıcı bir durum. Resepsiyona ilettim, suyun derecesini kontrol edeceklerini söylediler. Olmazsa yarın daha alt katlara taşınmalıyım. Yoksa burada kaldığım süre boyunca şehrin tozundan sadece sabahları arınabileceğim. Tozlu / kirli bir gece...

 

Az önce dışarıda bir gürültü koptu. Tek el silah sesi gibi geldi bana. Yoksa bomba mıydı? Bir önceki paragrafı düzeltiyorum öyleyse: Tozlu / kirli / güvensiz bir gece...

 

Tekrar düzeltiyorum: Sıcak suyu verdiler. Yundum. Demek ki, bu ülkede de bir şeylerin olması, yoluna girmesi için mutlaka söylemek, uyarmak gerekiyor. Ama en azından bu ülkede söyleyince oluyor!.. Sonuçta; arınmış ama güvensiz / yalnız bir gece...

 

 

15 Ocak

Birer parça Hellim peyniri, sosis, katı yumurta ile İngiliz tereyağı, bal, Lipton çay, Nescafe ve birer bardak (!) konsantre mandalina / portakal suyundan mükellef kahvaltımı yaptım.

 

Yağmurlu bir sabah. Güneş yine de utangaç yüzünü gösteriyor arada. Sokaklar yıkanmış olmalı şimdi pırıl pırıl. Bakalım, çıkınca göreceğiz yıkanmış mı, yoksa çamur içinde mi?

 

Otelin restoranının bulunduğu 8. kattan Lefkoşe'ye bakıp şimdi düşünüyorum da: Acaba başkenti neden burada kurdular? Türkiye başkentini, işgal altında olmayan ve görece güvenli bulduğu için Ankara seçmiştir zamanında. Peki bunların derdi neydi deniz kenarındaki Girne ya da Magosa dururken? Rumlarla (düşmanla) sınır ortağı bir başkenti paylaşmak niye? Bölündükten sonra (1974) niye taşımadılar?

 

Bilmiyorum ve araştırmak lâzım: Benzer bölünmüş devletlerde, örneğin Kore'de, Kuzey ve Güney'in başkentleri Seul müdür? Yani Seul'ün de ortasından "sınır" mı geçmektedir? Peki Vietnam, Kamboçya nasıldır? Bildiğim bir tek Almanya örneği var: Doğu'nun başkenti Doğu Berlin'di. Batı ise komünizm korkusundan başkentini Bonn'a taşımıştı. Ancak "duvar"ın çökmesinden sonra Birleşik Almanya'nın başkenti tekrar Berlin olabildi. Sevinçle kutlandı...

 

Öyleyse Kıbrıs'ın sevdası da birleşik bir Kıbrıs ve "ortak" başkent olabilir mi?

 

 

16 Ocak

Dün gece yarısı, Serdar Denktaş ile ilk toplantımızı yaptık. Sessiz, karşısındaki dinleyen ve zeki bir adam Denktaş. Brief aldık, strateji seçeneklerimizi sunduk 00.30'dan (23.30'da sözleşmiştik oysa) 02.00'ye kadar. Çözüm paketlerini, vaatlerini verebilseydi ve sunduğumuz stratejiyi hemen seçebilseydi, yoğun bir çalışma bekliyordu bizi. Oysa danışmanlarına danışacak. Bu yüzden bugün tatiliz. Kampanya startı da yarına kalmış oldu böylece.

 

Parti, baskılı işlerini kendi yaptıracak. CD teslim edeceğiz. Keyifli bir haber bu. Zamansızlık sorunu, sorumluluğumuz olmayacak!

 

Bu sabah kilise çanları 07 yerine, 08'de (pazar diye mi?) vurdu. Uyudum o saate kadar ben de. Gece boyu yağan yağmur az önce (08.30) dindi, güneş açtı. Kahvaltımı bitirdim. Az sonra çıkacağım. Sokaklarda biraz yalnız dolaşmak istiyorum. Eda'nın yapısı İş Bankası ile doğu kanadındaki Çifte Minare'ye yakından bakmak istiyorum.

 

Uzaktan Selçuklu yapısı sandığım Çifte Minareler, katedral çıktı. (Zaten Selçuklu'nun burada işi ne?) Eski adıyla: St. Sophia Cathedral. Hâlen ibadete açık, ama Selimiye Camii olmuş adı. Minareler ve şerefeler sonradan oluşturulmuş elbette. Katedralin iki külâhı, biraz yükseltilip "şerefe"lendirilmiş ve olmuş sana Çifte Minare...

 

Yapı üç ana bölüm ve niften oluşuyor. Her iki yanda bulunan taşıyıcı kolonlar ilginç. Ortadaki bölüm, aldatıcı bir şekilde biraz daha yüksek görünüyor, ama değil. Orta ve sağ bölümün ön kısımları / girişleri yıkılmış. Sağ minarede belirgin top mermisi izleri göze çarpıyor. Minareleri / külâhları biraz daha gotik tarzda düşlerseniz, Notre Dame Katedrali ile benzerlikler gösterdiğini söylemek bile olası.

 

1208-1326 yılları arasında Luzinyanlar tarafından yaptırılmış bu katedral. Kıbrıs'taki gotik mimarinin en iyi örneği olarak kabul ediliyor. Yapının sağında, aynı bahçe içinde 14. yüzyıldan kalma bir de Bedesten bulunuyor: St. Nicholas of the English. Sadece dış duvarları ayakta bu İngiliz çarşısının. Tepesi açık. Taş işçiliği ise katedral gibi bunun da mükemmel. Özellikle de kapıları ve kapı üstü kabartmaları. İncil'den alınma hikâyeler ve şövalye figürleri (gül, at, anahtar) zor da olsa seçilebiliyor.

 

Katedralin tam arkasında bir de Sultan II. Mahmut Kütüphânesi var. Sonradan eklenmiş olmalı. Tamamen Osmanlı mimarisi. Sol cenapta ise Saçaklı Ev adı verilen bir yapı topluluğu karşılıyor beni. Restore edilmiş. Keyifli bir müzeye benziyor. Ancak içinde nelerin sergilendiği konusunda bir fikrim yok. Kapalıydı. Ama adından da anlaşılacağı üzere, günlük yaşamdan örneklerin sunulduğu bir etnografya müzesi olmalı.

 

Öğleden sonra Girne'ye gittik. Biraz Antalya Kaleiçi'ni andırıyor küçük marinası. Biraz da Çeşme ile Bodrum, hatta Marmaris karışımı bir sayfiye burası. Lefkoşe'ye göre çok daha yaşanabilir bir yer görünümünde. Şimdi Lefkoşe'ye döndükten sonra düşünüyorum da, kesinlikle öyle...

 

 

17 Ocak

Bugün kampanyayı yazdık, tamamladık ve sattık: "Ya yolu açın, ya yoldan çekilin!"

 

Bayramda İzmir'deyim. Serdar Denktaş'a da söyledim, gidip dönmek istediğimi. "Tamamdır" dedi. Onun da Su adlı bir kızı varmış. "Ada'yı öpesin benim yerime" diye de ekledi. Öperim elbette. Ada'm, canım kuzum benim...

 

 

18 Ocak

KKTC Turizm ve Çevre Bakanlığı. Eski İngiliz Okulu. Bir yıl önce restore edilerek bakanlık olarak hizmete girmiş. Muhteşem bir yapı işçiliği. Büyük bir iç avlu çevresinde sıralanmış taş binalar. İçeriden -ki iç mekânlar tümüyle ahşap- labirent koridorlarla birbirlerine açılıyor bu binalar. Çok etkileyici...

 

20 Ocak Perşembe gününe yer bulundu Dışişleri kontenjanından. 14.30'da uçuyorum / sevinçten...

 

 

Aynı gün / gece

Kampanya, Denktaş olmadan yaptığımız toplantıda DP Seçim Komisyonu'ndan geri döndü. Aynı dili konuşmamıza rağmen anlaşamıyoruz. "Biz halimizden memnunduk, nereden çıktı şimdi bu seçim" havasındalar. "DP'siz olmaz" olsun diyorlar ana sloganımız. Risk almayı sevmiyorlar. Seçimlerden 1. parti* olarak çıkacaklarını bilmiyorlar. Kaldı ki, bunu istemiyorlar da. Çünkü o zaman ellerini taşın altına sokmaları gerekecek.

 

Kampanyayı ise slogan olarak görüyorlar sadece. Masadan kalkmak üzereyken, sonunda dayanamayarak söz alıyorum. Biraz dövüyorum onları. Kampanyayı baştan sona ve ilk kez dinliyorlar. Mırıltılar azalıyor. Serdar Denktaş'ın da toplantıya katılmasıyla uzlaşıyoruz. Ama yine de sonunda rehabilite etmek zorunda kalıyoruz kampanyayı...

 

_______

 

* O gün, gerçekten inanarak söylemiştim bunu. Ama DP, 20 Şubat Seçimleri’nde yedi parti arasında 3. oldu.

 

 

19 Ocak

Rehabilite olan / aslında kökten değişen slogan, bu kez de bizim doğrularımıza uymuyor. Tam anlamıyla acı reçete ve kötü bir Türkçe bu: "Umut gerçekçiliktedir!" Breh, breh, breh...

 

Bugün tekrar üzerinde kalem oynattık: "Umutlar gerçekleşecek!" Bence eh işte...

 

Ancak komisyon yine çıkmaz sokaklarda. Serdar Bey olmayınca toplantıda, yani lider olmayınca, tam bir kaos yaratıyorlar. Komisyonun bir kısmı sol, diğer kısmı ise sağ çizgide çünkü. Sonuçta "Genel Başkan karar versin" dediler.

 

Denktaş gelince onayını aldık ve yürümeye başladık biz de...

 

 

20 Ocak

Uçuyorum Ada'dan, Ada'ya ve Eda'ya doğru...

 

Bu 7. uçuşumdaki (Airbus-310, Lefkoşe) yerim orta koltuk, ama yeryüzüne bile bakıyorum Airbus'un tekerlekleri yerden kesilirken ve daha sonra 10 bin metrede seyrederken / heyecandan...

İkinci Kıbrıs Çıkarması

27 Ocak

Uçağımız bir Boing 737. Küçük bir uçak. Adı Magosa.

 

Hava şartları nedeniyle sarsıntılı bir yolculuk yaptım. Güney rüzgârları sert esti, uçuş boyunca. Kaptan'ın uyarısıyla neredeyse kemerleri hiç çözmedik. Hostesler bile zorlandılar servis yaparken.

 

Odama yerleştim. Tek kişilik, dar bir oda. No 310. Ancak sıcak su sorunu yine var. Evet, 3. kattan seçtik odayı ama, bunun da sıcak su musluğu bozuk. İp gibi akıyor / akamıyor su. Yarın sabah onarmalarını isteyeceğim. Belki de başka odaya geçerim.

 

 

28 Ocak

Sabah başka bir odaya geçmeme karar verildi. Ben de valizimi topladım hemen. "Siz, Serdar Bey'in misafirisiniz. Size daha rahat bir oda verelim. Geçen haftaki gibi tekrar 508'e alalım" dediler. Aman dedim, başka bir odaya geçerim, ama 508 olmasın! Bakalım akşam gidince göreceğiz, bahtımıza çıkanı...

 

Şu anda Parti'deyim. Ve değişen bir şey yok. Yine de biraz olsun rutine ulaşmış gibi işler. Toparlamak gerekiyor.

 

 

Aynı gün / gece

Odam 307. Eskisi gibi ön cepheden, üç kişilik, rahat, geniş bir oda. Kolonyal binam ile yine karşı karşıyayım. Üstelik bu sefer aynı seviyedeyiz.

 

Diğerlerine göre (508 - 310) 307, müthiş konforlu ve yeni. Suit bile sayılabilir bu anlamda. Hiçbir problem yok. Kıbrıs'taki en sıcak banyomu yaptım. Hatta suyu ılıştırmak için, soğuk suyu bile açtım. Tekrar Kıbrıs'a dönersem, 307'de kalmak isterim kesinlikle... Ohh be!

 

 

29 Ocak

Buradaki işlerimi neredeyse tamamladım. 20 Şubat'a kadar kalmama ya da tekrar gelmeme gerek yok gibi gözüküyor. Eda ile telefonda konuşurken de aynı mesajları verdim. Mesajların gittiği kişi ise Serdar Bey’di aslında. Onayını aldım. Pazartesi erken olur; Salı - Çarşamba uçuş yok; Perşembe dönüyorum Ada'dan! Acil ihtiyaçları, İzmir'den interaktif yolla halledeceğim. Yaşasın!

 

 

Aynı gün / gece

İzmir'de deprem olmuş. Şarap içip, kutlama yapıyorduk oysa. Hepimizin yüzü düştü. En çok da benim: Çaresizlik...

 

Minik kuzum ve Eda, bu geceyi nasıl geçirecekler?

 

 

31 Ocak

Yine Dışişleri kontenjanından yer açıldı benim için. 3 Şubat Perşembe kaçıyorum buradan!

 

 

2 Şubat

Ada'daki son günüm... Birkaç gündür yapacak ve yazacak bir şey yok; yan gelip yatıyorum ben de. Dün geceki renkli ‘casino’ (Girne Jasmine Court) serüvenimiz dışında (net 240 jeton kazandım) her şey rutin. Gri.

 

Bugün öğle sonrası otele geldim. Sabahki sağanak yağmur durmuş durumda. Açık, bulutsuz, pırıl pırıl bir gün. Parti'ye dönmeden, eski Lefkoşe'de biraz dolaşmak istedi canım.

 

Şu anda Büyük Han'ın -ilk gezintimizde kapalıydı- tam ortasındayım. İki katlı taş bir yapı. Ortası iç avlu elbette. Bizim Kızlarağası'nı andırıyor. Hediyelik dükkânlar ve kahvelerle dolu (78 adet).

 

Kıbrıs'ın ilk Osmanlı Valisi Muzaffer Paşa tarafından, Ada fethedilir edilmez 1572 yılında yaptırılmış Büyük Han. Yıllar süren restorasyon çalışmaları sonucunda 2002 yılında yeniden ziyarete açılmış.

 

Büyük Han ile Selimiye arasında kalan bölge oldukça keyifli. İlk gelişimizde, günlerden pazar olduğu için her yer kapalıydı. Oysa şimdi cıvıl cıvıl. Turistler de var. Çoğunlukla Rum. Tüm dükkânlar açık. Kemeraltı'nın çok küçük bir ölçeği gibi burası: Ayakkabıcılar, manifaturacılar, giyim kuşamcılar, baharatçı ve aktarlar, bakırcılar, antikacılar, kahveler...

 

Yine ilk geldiğimizde görememiştim: Selimiye yapı topluluğundaki Bedesten'in, AB fonları ile restore edildiğini belirten bir tabela duruyormuş yan girişinde. Öyleyse Kuzey Kıbrıs'ın sadece kâğıt üstünde değil, uygulamada da AB toprağı olduğunun kanıtıdır bu tabela. Hemen yanındaki 1939 tarihli Belediye Pazarı'nın içindeyim şu anda. Burası da aynı fondan yararlanıyor. İlk gezintide gözden kaçmış bir yapı. Bir tür kapalı çarşı. Ne ararsan var: Hem meyve-sebze hali, hem de turistik dükkânlarla dolu...

 

 

3 Şubat

İşte kesin dönüş günüdür, bugün. İyi / güzel uçuyorum Ada'dan. Çelik kanatlının adı Lefke. A-321. Son.

 

 

– Ocak / Şubat 2005     

 

 

Hamiş

Lefkoşe'nin adı, yakın zamanda yapılan bir referandum ile Lefkoşa olarak değiştirilmiş. Yani resmi adı Lefkoşa. Ancak halkının çoğu Lefkoşe demeye devam ediyor. Büyük Sesli Uyumu açısından ben de Lefkoşe demeyi tercih ettim.

bottom of page