top of page

Michelangelo'nun İzinde

Hani bazı kitaplar vardır; okunması için belli bir yaşa ulaşılması gereken. Vaktinden önce okunduğunda hakkı verilemeyen, belki bir kenara bırakılıp unutulup giden ya da sonuna kadar okunsa bile yeteri kadar anlaşılamayan… 

 

Yine tıpkı kitaplar gibi bazı yazılar da vardır; ilk kelimenin kâğıda düşmesi, cümlelerin birbiri ardı sıra akıp gitmesi ve böylece söz konusu yazının yazılıp sonunda tamamlanması için, belli bir zaman dilimine ihtiyaç duyulan…

 

Eğer yaşanmış bir hikâye, bir anı ya da bir seyahat ise oturup da yazılmak istenen, yazma zamanının gelmesi daha da uzayabilir bazen. Çünkü iyice sindirmek, yaşanılanları enine boyuna algılamak ve uzun uzun konu üzerinde durup düşünmek gerekir. Hatta bu bekleme, bazen yıllar sürebilir.

 

Yazar böyle durumlarda, bir türlü yazıya başlayamadığı için zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da, günün birinde mutlaka o yazıyı yazacağını yine de bilir. Çünkü içi, hiç ama hiç rahat değildir.

 

Ve gün gelir, yazarın yüreği birden kıpır kıpır kıpırdamaya başlar. Yazı yazılmak için sabırsızlanmakta, olaylar ilk günkü berraklığında zihninde canlanmakta, yazıda sahne alacak kelimeler ise sürekli ses verip yazarın tüm bedeninde dolaşıp durmaktadır.

 

Artık beklenen yeterli olgunluğa kavuşulmuştur. Yazar için şimdi oturup yazma vaktidir.

 

•••

 

Vatikan’ı yazmak, benim için de işte böyle bir süreci ya da beklemeyi gerektirdi. Genelde tüm gezi yazılarımı, eve döner dönmez hemen oturup yazmaya başlasam da, Vatikan bir kıyıda bunca yıl beklemeyi sabırla ve inatla sürdürdü. İçimde bıraktığı izler, arada bir yankılanıp dışarıya çıkmayı denedi gerçi, ama bir türlü başarılı olamadı. Seyahat boyunca tutulmuş defterimin sayfalarında, gelişi güzel alınmış notlar hâlinde yazı penceremin açılmasını bekledi durdu. Arada bir penceremin kanatları, nereden estiği belli olmayan bir rüzgârla hafif aralanır gibi oldu elbet. Ama henüz zamanı gelmediği için; sustu…

 

•••

 

Vatikan’ı ziyaret edeli tam beş yıl oldu. İtalya’ya dâir genel yazımda da belirttiğim üzere; geleceğini üç ay önce öğrendiğimiz ve yaklaşık altı ay daha annesinin karnında kendisini merakla bekleyeceğimiz Eylül Ada ile birlikte –bu yüzden biraz zorlanarak da olsa– gerçekleştirdiğimiz İtalya gezimizin önemli bir durağı idi Vatikan.

 

2003 yılı Kasım ayının son günleri olmasına rağmen, güneşli bir sonbahar sabahında sorgusuz-sualsiz ve elbette “vizesiz” girdiğimiz Vatikan, daha ilk görüşte insanın aklını alıp başka ufuklara götüren bir şehir-devlet. İnsanın aklını başından almasının nedeni ise insan aklının ve yaratıcı zekasının neler yapabileceğinin, sınırlarını nasıl zorlayabileceğinin en güzel kanıtlarından biri olması bu coğrafyanın. Çünkü Vatikan, bence Papa kadar, belki de daha çok Michelangelo ile özdeş bir memleket.

 

Aslında hem yüzölçümü, hem de nüfus açısından dünyanın en küçük ülkesi Vatikan. Sanki Roma’nın küçük bir mahallesi gibi. 2007 verilerine göre 911 kişinin yaşadığı bu toprakların kapladığı alan ise sadece 0.44 kilometrekare. Yani aşağı yukarı İzmir Kültürpark kadar!..

 

Kendimi bildim bileli görevinin başında olan Papa II. Jean Paul, Vatikan ziyaretimizde hayattaydı henüz. Asıl adı Karol Józef Wojtyła olan 1920 doğumlu bu zât-ı muhterem kişilik, Katolik kilisesinin Polonya kökenli ilk Papa'sıydı. 1978’de kutsal görevine seçildiğinde, 455 yıl aradan sonra Vatikan’a dışarıdan atanan ilk Papa olma onurunu da kazanmıştı. Ama bizim için asıl önemli olan, bildiğiniz üzere 13 Mayıs 1981’de Mehmet Ali Ağca tarafından kendisine düzenlenen suikast girişimidir. Elinden ve karnından yaralanan ve bu olaydan sonra hiçbir zaman eski sağlığına kavuşamadığı söylenen II. Jean Paul, 2 Nisan 2005 tarihindeki ölümüne dek, Türkiye’nin gündeminde olmayı bir şekilde sürdürmüştür. 19 Nisan 2005’ten bugüne görevde olan ve dünya üzerinde yaklaşık 1 milyar Katolik’in ruhâni lideri Papa XVI. Benedictus’un ise Türkiye gündemine bu şekilde girmemesini diliyorum elbette…

 

Çevresi yüksek duvarlarla çevrili olan ve 24 saat kameralarla sıkı bir güvenlik kontrolü altında tutulan Vatikan, dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alıyor. Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi olduğu veya yönlendirdiği günlük, haftalık ve aylık 200’den fazla gazete-dergi, 154 radyo istasyonu, 49 Tv kanalı bulunuyor. Ülkenin en büyük gelir kaynağını ise Katoliklerden kesilen vergiler, bağışlar, reklâm gelirleri ve turizmin getirileri oluşturuyor. Bu kazanca, banka ve şirket gelirleri ile hisse senetleri de eklendiğinde büyük bir parasal güç ortaya çıkıyor. Mutlak monarşiyle yönetilen devletin başkanı ise yine Papa. Ve Papa’nın sözleri yasa hükmünde sayılıyor. 100 kişilik muhafız ordusu ise bildiğim kadarıyla İsviçreli gençlerden oluşuyor.

 

•••

 

Vatikan gezimize elbette St. Pietro Meydanı’ndan başlıyoruz. 288 sütunla çevrelenen bu geniş alanın tam orta noktasını, birer kardeşi Paris ve İstanbul’da bulunan Dikilitaş süslüyor. Meydanın sonunda ise 23 bin metrekarelik bir alana oturan ve 60 bin kişinin aynı anda ibadet edebildiği St. Pietro Katedrali tüm heybetiyle yükseliyor.     

 

İlk olarak 13’üncü yüzyılda yapımına girişilen bu katedral, 16’ncı yüzyılda Papa Alexandr zamanında yapılan eklemelerle bugünkü hâlini almaya başlamış. Mimar Borromini’nin projesini son derece ihtişamlı kubbesiyle birlikte Michelangelo tamamlamış ve dâhi sanatçının katkılarıyla dünyanın en büyük katedral yapısı ortaya çıkmış. Tamamlanması yaklaşık 120 yıl süren St. Pietro Katedrali’nde bugüne kadar görev yapmış tüm Papa’ların mezarları, 24 ayrı şapel ve şaheser denebilecek çok sayıda sanat eseri bulunuyor.

 

Bunlar arasındaki bence en ilginç ve anlamlı eser ise katedral girişine göre sağ koridorda bulunan Michelangelo’nun Pietà (Merhamet) adlı heykeli. 1475-1564 yılları arasında yaşamış olan Rönesans’ın en ünlü ressam, heykeltıraş, mimar ve şairlerinden Michelangelo’nun (tam adıyla Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni) Pietà’da; çarmıhtan daha dün indirilmiş gibi duran ve öylece annesinin kucağına yatırılmış İsa’yı muhteşem bir doğallıkla canlandırdığını en baştan söylemeliyim.

 

Kaynaklara göre; anneyle oğul arasındaki yakın duygusal bağı büyük bir ustalıkla ortaya çıkaran Pietà’da; Meryem, İsa’nın bedenini sağ eliyle güçlü bir şekilde kavrarken, sol eliyle ise oğlunun cansız bedenini özgür bırakarak bir anlamda izleyiciye sunuyor ve böylece herkesi İsa'ya saygı duymaya çağırıyor. Ancak bunu yaparken gözlerini yere indirmiş Meryem. Çünkü artık müminlerin yüzlerine doğrudan bakmak istemediği anlaşılıyor. Heykelin içerdiği diğer zıtlıklar ise kompozisyonun çarpıcılığını iyice artıran ayrıntılarda gizli: İsa'nın neredeyse tümüyle çıplak bedeni, Meryem'in ağır kıvrımlı elbisesinin üzerine uzanmış durumda. Meryem'in vücudu toprakla bütünleşmiş izlenimini verirken, İsa sadece sağ ayağının ucuyla belli belirsiz yere dokunuyor.

 

Pietà, Fransız Piskopos Bilheres tarafından Michelangelo’ya 1498 yılında kendi mezarı için sipariş edilmiş. O dönemde, İtalya topraklarında Meryem ve İsa'nın bir arada tasvir edildiği mermer yapıtlar pek alışılmamış bir durum olduğundan olsa gerek genç Michelangelo ile Bilheres arasında yazılı bir anlaşma bile yapılmış ve eserin tam olarak nasıl görünmesi gerektiği detaylarıyla anlatılmış. Buna göre heykelin, "bir esvaba sarılmış olan Meryem Ana'nın kollarında yatan İsa'nın naaşını" betimlemesi isteniyormuş. Sanatçı en büyük farkını Meryem üzerinde göstermiş. Çünkü o zamana kadarki Meryem heykellerinde genellikle yaşlı bir şekilde tasvir edilen Meryem Ana’yı genç ve güzel bir kadın olarak ortaya çıkarmış. Böylece Meryem’in bakireliğine ve saflığına vurgu yapmış.   

 

Pietà'nın, Michelangelo'nun imzasını attığı tek eser olması ise son derece ilginç bir detay. Meryem'in kıyafetini bir arada tutan kuşağın üstüne yontulan imzanın, dikkatli bakıldığında görülebildiğini ve eserin, yakın zamanda saldırıya uğradığı için kurşun geçirmez özel bir cam bölme içinde korunduğunu da sözlerimize ekleyelim.

 

Katedralde bulunan Baldacchino Altarı da yoğun ilgi gören eserler arasında. Papa VIII. Urbanus'un, 17’nci yüzyılda pagan figürler olduğu gerekçesi ile Panthéon'un alınlığındaki bronz kabartmaları eritip yaptırdığı bu altar, ana kubbenin tam altında bulunuyor. Bernini’nin Papa Alexandr Anıtı ise katedralin en dip noktasında, ziyarete kapalı bir alana yerleştirilmiş durumda. Elinde bir kum saati tutmakta olan iskelet figürü ile bu anıt, katedralin ruhâni dünyasına anlamlı göndermeler yapıyor. 25 yılda bir açılan Kutsal Kapı’nın ardında neler olduğunu ise göremedik. Çünkü doğru zamanda değildik.

 

•••

 

St. Pietro Meydanı’ndan çıkıp sola döndüğümüzde, şehir duvarları ya da devlet sınırları içinden ayrılmadan kısa bir yürüyüşle Vatikan Müzeleri’nin olduğu bölgeye geliyoruz. Müzelere ayrılan ana binanın hemen yakınındaki Sistine Şapeli bizi bekliyor.

 

Müze broşürüne göre; dikdörtgen prizma şeklinde, 40.93 m. boy, 13.41 m. en ve 20.70 m. yüksekliği ile dışarıdan son derece basit gibi görünen bu yapı, aslında gerçek bir büyülü mâbet. Boyutları için Eski Ahit’te adı geçen Süleyman Tapınağı’nın bire bir ölçüleri esas alınarak tasarlanan Sistine, sanki Michelangelo’nun oyun odası gibi. Tamamen fresklerle kaplı muhteşem tavanı bir yana, Rönesans sanatının en önemli eserlerinden biri olan ve yine dâhi sanatçının fırçasından çıkma Son Yargılama adlı tablonun da bulunduğu Sistine Şapeli mutlaka görülmeli...   

 

Sanat tarihi kitaplarına göre Michelangelo, Sistine Şapeli’nde çalışmaya 1505 yılında başlamış. Papa II. Julius tarafından, şapelin tavan süslemeleri sipariş edildiğinde henüz 30 yaşındaymış. Yaklaşık üç yıllık bir hazırlık evresinden sonra Michelangelo 1508 yılında şapel içindeki çalışmalarına hız vermiş. Dört yıl boyunca geceli gündüzlü çalışarak tavan ve duvarlarla birlikte toplam 520 metrekarelik alanı, tam anlamıyla görsel bir şölene çevirmiş. İncil’de anlatılan öykülerle birlikte mitolojik unsurlar da bu görsel şölendeki yerini almış. Sonuç, gerçekten muhteşem... Özellikle Adem’in Yaradılışı adlı sahne, günümüzde batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri olarak kabul ediliyor.

 

Bu başarı sanatçıya 1534’te Papa III. Paul’ün baş heykeltıraşı ve mimarı olma yolunu açmış. Böylece Michelangelo tekrar Sistine Şapeli’ne kapanmış ve Kıyamet Günü, Meryem’in Göğe Yükselişi, İsa’nın Vaftizi gibi fresklerini işte bu dönemde ortaya çıkarmış. Aynı dönemde St. Pietro Katedrali’ndeki Papa II. Julius’un mezarı için yaptığı Musa’nın Hükmü adlı yontu da günümüzde sanatçının en önemli eserleri arasında sayılıyor.

 

Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paul ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hâle getirmesini rica etmiş. Sanatçının tarihe geçen cevabı ise şu olmuş: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hâle getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hâle getirsin, sonra bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.”

 

•••

 

Artık içim rahat: Vatikan’ı saklandığı yerden çıkardım ve bütün pencerelerini elimden geldiğince ardına kadar açmaya çalıştım. İçeri giriş ise elbette serbest!

 

 

– Ekim 2008

bottom of page