top of page

Buca Yazıları-3

Forbes Malikânesi'ndeki Gerçeküstü Konuşmalar

– Saat henüz erkendi. İlk gelen ben olmuştum. Verandada oturmuş dostlarımı bekliyordum. Çam ağaçlarıyla kaplı bir korunun ortasında yükselen koca malikâne, her geçen yıl daha da eskiyordu. Panjurlar harap hâldeydi. Tahta kurtlarının kıvır kıvır seslerini duymamak imkânsızdı. Yığma taş duvarlarının içindeki ahşap karkas daha ne kadar dayanırdı bilmiyorum. Olası bir depremin yıkıcı etkisini azaltmak için düşünülmüştü bu karma konstrüksiyon. Birden 1909’daki yangın aklıma geldi. Ne büyük felâketti! Yangından sonra Bornova’ya taşınmış ve ben büyük aşkımı uzun süre görememiştim. Ama büyükbabam azimli adamdı. Bir yıl içinde tekrar yaptırmıştı evimizi. Kerestelerini İskoçya’dan getirtmişti, demirini Almanya’dan, kiremitlerini Marsilya’dan, mermerlerini Verona’dan, mobilyalarını ise Fransa’dan… Rum ve Ermeni ustalar canla başla çalışmış ve Forbes’lerin dillere destan malikânesindeki hayat, işte tekrar başlamıştı. Madenciydi ailemiz. Antimuan madeni çıkarır ve Avrupa’ya gönderirdi. Babam, meyan kökü ticaretinde de iyi para olduğuna inanmış ve yanılmamıştı. Bir de bankamız vardı Punta rıhtımında. İzmir’e yanaşan gemilerden inenlerin yanlarında getirdikleri paralar ile İzmir’de geçen paralar arasındaki değişim, en çok bizim bankada yapılırdı. Kârlı işti. Ve o da babamın fikriydi. Tıpkı bu topraklardan göçüp gitmemiz, ailemizin ismini taşıyan bir dergi çıkarıp dünya ekonomisine ve politikasına yön vermemiz ve bu güzelim evi, Whittall’lara satmamız gibi… Bu yüzden babamı hiç affetmedim... Kalktım, kuleye çıktım. Bu kulenin manzarasını oldum olası sevmişimdir. Uzaklara baktım. Aliotti’nin Bahçesi’ne kadar ufku taradım. Rees’lerin, Russo’ların evlerini ve ilk olarak 1815’de yapılıp 1840’da Vatikan Katolikleri’nce yenilenen DOM kilisesinin çan kulesini zor da olsa seçebildim. Ne çok bina dikilmişti son yüzyılda?!. Oysa eskiden buraya çıktığımda Dimostanis Baltacı’nın evini, hatta Papaz Okulu’nu bile kolayca görürdüm. Aşağıda bir panjur, hızla pervaza vurunca irkildim. Rees’lerin küçük kızını, büyük aşkımın geldiğini işte o zaman fark ettim.    

 

•••

 

– Biz Forbes’lerden daha şanslıydık elbette. 1950’de sizinki gibi SSK tarafından istimlâk edilmemişti çünkü evimiz; çok daha önceden, yanılmıyorsam 1930’ların sonunda, “eğitim kurumu” olma şartıyla biz bağışlamıştık Genç Cumhuriyet’e. Önce Yatılı Kız Öğretmen Okulu yapılmıştı, arkasından da üniversiteye bırakılmıştı. Gelirken baktım, cıvıl cıvıl gençlerle doluydu bahçemiz. Çünkü Eğitim Fakültesi’nin Dekanlık binasıdır uzun yıllar var ki malikânemiz. Çatısının aktığı ve ödenek yetersizliği yüzünden onarılamadığı söylense de bence hâlâ iyi durumda doğup büyüdüğüm, alt kat salonundaki aynalarda sonsuz hayâllere dalıp kendimi ve hayatı tanıdığım güzelim evimiz… Giriş holündeki şömine için ısmarlanan seramiklerin getirilip yerine yerleştirildiği günü hatırladım şimdi. Bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına o kadar zarif, o kadar güzeldi ki şöminemiz, çıtır çıtır yanan meşe kütükleri kor kızılına dönerken uzun kış gecelerinde, keyfine de keyif katardı Rees’lerin sohbetlerine… Atlara pek meraklı olduğumuzu, hani benim de iyi ata bindiğimi, sayısız kupa ve madalya kazandığımı, Forbes’lerin evi yandığı zaman defalarca atıma atlayıp Meles Çayı kenarından ve Roma Dönemi’nden kalma Kızılçullu Su Kemerleri’nin altından gizli saklı Bornova’ya gidip geldiğimi, sonra günümüzde adına Şirinyer denilen Paradiso’da yine bize ait olan arazi üzerindeki Hipodrom’u Whittall’larla birlikte babamın yaptırdığını bilmem söylememe gerek var mı? İnanmıyorsanız, fakülte bahçesinin kuzey kanadına bakın; haralarımız durur hâlâ orada ve yerli yerinde...

 

•••

 

– Bilirim bilirim, ata iyi binerdin sen. Ama az yakalamadım ikinizi benim bahçede oynaşırken. Kızmayın canım, şaka yapıyorum, şaka. Keyfim yerinde. Nasıl olmasın? Diktiğim ağaçlar göğe kadar yükselmiş. Genci, yaşlısı, el kadar bebesi nefes alıyor parkımda. 1926’da, ben bu dünyadan göçtükten sonra yani, Ödemişli Hasan Ağa da iyi bakmış bahçeme hani. Suyunu eksik etmemiş. Yer altından kanallar bile döşemiş. Hele o havuza ne demeli? Fıskiyeleri çalışınca ve az biraz yukarıdan bakınca resmen güzeller güzeli bir hatun kişilik çıkıyor be ortaya! Ama ağaçların haç şeklindeki dizilişi benim fikrimdir. On iki servi ağacının 12 Havariyi simgelemesi gibi benim eserimdir. Varsın Aliotti’nin Bahçesi demesinler artık… Kimin umurunda?..

 

•••

 

– Biz şanslıyız bre Aliotti. Benim köşk de emin ellerde. Uzun yıllar Güzel Sanatlar Lisesi hizmet vermişti evimde. Şimdi de Fen Lisesi yapmışlar benim fakirhâneyi. Bahçesiyle, bahçesindeki heykelleriyle durur yine senin bahçenin hemen önünde… Bilirsin komşum, arkeolojiye pek meraklıydım ben gençliğimde. Osman Hamdi Bey ile az mı dolaşıp karış karış gezmiştik Anadolu’yu?!. Hatırlarsın belki; 1863 yılıydı sanırım, Osmanlı Sultanı Abdülaziz gelip bizde kalmış ve şeref vermişti mülk-ü yurdumuza. Gerçi Rees’lerin at yarışlarını izlemek için gelmişti buralara kadar Sultanımız, ama sonuçta bizde kalmıştı ya!.. Hatırlarsın değil mi, senin bahçeye bakan kapıların birinden kabul edilmişti ve âdet olduğu üzere bu kapıyı seninle beraber örmüştük taş ile bir daha kimseler altından geçmesin diye… Benden sonra, galiba 1890’larda İzmir’in önde gelen tüccar ailelerinden Ispartalıyan’lar gelip yerleşmiş bizim fakirhâneye. Ama fazla kalmamışlar. Yunan gelince hesapta bizi kurtarmaya, Yunan Milli Bankası’na satıvermişler tam 120.000 akçeye. Venizelos da benim evi İzmir Rumlarına bağışlamış, yetimhâne yapılsın diye. Gerisini biliyorsun. Mustafa Kemal Paşa kurtarınca yurdunu, okul yapılsın demiş Dimostanis Baltacı’nın konutu. O gün bugündür okuldur işte benim mülk-ü yurdum…

 

•••

 

– Benim evim de bir zamanlar okuldu. Önce uzun yıllar sanatoryum olarak kullanıldı. Sağına soluna yeni binalar eklendi. Sonra Sağlık Meslek Lisesi yapıldı. 1995’den beri bomboş durur orada, 50 dönümlük arazinin tam ortasında. Hatırlarsınız belki, bahçemdeki tenis kortunda ne iddialı maçlar yapmıştık oysa, kıran kırana… Yazık çok yazık! Geçenlerde biri gelmiş, şömine taşlarımdan birine, bir daire parası vereyim demiş. Vermemişler. İyi de etmişler. Ama ne olacak bu bizim evin hâli, sorarım sizlere. SSK, resmi bina yapmak niyetindeymiş. Başka yer kalmamış gibi… İki asır yaşında çünkü o bina. Birileri akıl etse de turizme kazandırılsa keşke… Hotel De Jongh… Nasıl olur sizce?!.

        

•••

 

– Al benden de o kadar. Benim evi de kebapçı yapmışlar sonunda. Oysa dönemin en ünlü mimarı Vafiyedis’e çizdirmiştim projesini. Tuğla frizlerine, pencerelerinin üzerindeki yarım daire şeklindeki kemer ve alınlıklarına, cephesini baştan başa süsleyen motiflerine az emek harcanmamıştı yapılırken. Hatırlayın, süslü Gavrilli derlerdi arkamdan... Uzun yıllar bir bankanın misafirhânesiydi biliyorsunuz. Şimdi ise dünya mutfaklarından nezih lezzetler sunduğunu söyleyen bir lokanta olmuş cânım köşk. Osmanlı-Türk, Fransız, Meksika mutfakları hepsi bir arada. Yanında da döner, pide ve lahmacunla… Müthiş bir buluşma. Tek tesellim İtalyan mutfağını unutmamış olmalarında…

 

•••

 

– O kadar da şikâyetçi olmayın lütfen sevgili Gavrilli. Evlerimizin yaşaması, biraz da içinde yaşanmasıyla doğru orantılı. Ben bu anlamda son derece mutluyum. Gelirken tekrar baktım, pastel renk duvarlarına dokundum, pencere kanatlarını okşadım, hatta cumbasından içeri şöyle bir süzüldüm. Hâlen dahi bir masal şatosu gibi dimdik ayakta durur benim konutum. Nereden baksan 120-130 yıl olmuştur yaptıralı, ama sanki daha dün bitirilmiş gibi… O zamanlar burun kıvırmıştınız bana. Klasik mimari anlayışa ters düştüğüm, işlevsel olmaktan çok biçimsel kaygılarla hareket ettiğim için... Hatta sosyal statümü bile sorgulamış, “Russo gibi sonradan zengin olanlar işte böyle yaparlar” demiştiniz. Keyif benim değil mi, Barok da olur, Art Nouveau de!.. Önemli olan yapının kendine özgü olması ve kişiliği… Sağolsunlar yeni sahipleri de çok güzel bakıyorlar ve severek oturuyorlar köşkümde…  

 

•••

 

– Doğru söze ne denir? Ben de mutluyum konağıma yerleşen yeni sahiplerimden. Bilirsiniz 2000 yılına kadar belediye binası olarak kullanıldı bizim Davud Fargoh Konağı. Belediye yeni yerine taşınınca da Kültür Merkezi hâline getirdiler yapıyı. Arka bahçesinde bir de hamam vardı hatırlarsınız belki; Kütüphâne olmuş şimdi bizim eski hamam. Yani arınma, ama bu sefer zihinsel arınma devam ediyor kaldığı yerden. Şifalı sular yerine faydalı satırlar akıyor tüm bedenlerden…

 

•••

 

– Her şey iyi hoş da Forbes’lerin torunu ile Rees’lerin küçük kızı nerelerde? Geldiğimde bir ara gördüm, fısır fısır konuşurlardı. Sonra birden kayboldular. Var mı göreniz?

 

– Vre sakın benim kuleye kapatmış olmasın kızı?!.

 

– Hemen kötü şeyler düşünmeyin Papaz Hazretleri ve Hacı Andoniyadis Efendi. Okulunuzun Kız Yetiştirme Yurdu yapılmasından belli, hâlen dahi sürüyor kuşkularınız ve koruyup kollama çabanız hepimizi... Sizin Kule de öyle. Bağınız ve zeytinlikleriniz sökülüp atılmış ama “külâhınız” durur hâlâ yerli yerinde. Oynuyorlar içinde, üstünde ve merdivenlerinde mahallenin bütün çocukları… Ve evlilik çağına gelmiş Buca’nın kızları tepesinde, erkekleri ise etrafında toplanmaya devam ediyorlar eskisi gibi…Bu yüzden demem o ki, Forbes ile Rees, benim otele sığınmışlardır yine. Bilirsiniz, şimdilerde Huzur Evi’dir Manoly Oteli… 

 

 

– Nisan 2009

 

 

Hamiş

Yazıda geçen konuşmalar elbette kurgudur, hayâl ürünüdür. Ancak yapılara dâir anlatılanlar, tamamen doğrudur.

 

bottom of page