top of page

Sahilevleri ya da Çekmecemdeki Sancakkale

Huyum kurusun!

 

Galiba biraz fazla kirli-çıkınım: Müze biletlerinden kartpostallara, amorti bile vurmamış piyango eskilerinden tedavülden kalkmış banknotlara, ilkgün zarflarından tanımadığım insanların siyah-beyaz fotoğraflarına kadar elime geçen bir dolu ıvır zıvırı, değerli olup olmadığına bakmadan özel kutularda, büyük zarflarda, defterlerimin arasında ve kilitli çekmecelerde yıllardır büyük bir özenle saklar dururum çünkü ben.

 

Bazen atmaya kıyamadığım bu “şeyleri” saklandığı yerden çıkarır; evirip çevirir, bir iz, bir yansıma - hikâye - hatıra ararım. Müze biletleriyle; Louvre’u, Versay’ı, Rodos’un Üstadlar Sarayı’nı, St. Marco Bazilikası’nı, Accademia’yı, Uffizi’yi, St. Pietro’yu, Sistine Şapeli’ni, St. Vitrüs Katedrali’ni ve Stephansdom’u ya da Ayasofya’yı, İzmir’in Agorası’nı, Efes’i, Bergama’yı, sonra Aspendos’u, Bodrum’u... Tekrar tekrar ve büyük bir keyifle dolaşırım.

 

Piyango biletlerinde ise nasıl umutlandığımı hatırlar ve tıpkı tanımadığım o insanların siyah-beyaz fotoğraflarında olduğu gibi belli belirsiz sırıtırım.

 

Benim için bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayan bu dipsiz kuyunun içinde, gerçekten değerli olanlar da vardır elbette. Babamdan miras pul koleksiyonum örneğin. Albümün sayfalarını özenle çevirdikçe ve dünyanın dört bir köşesinden gönderilen o güzelim pullara baktıkça küçük bir dünya turuna çıkar ya da bol bol memleket havası çekerim içime. Teneke bir çay kutusu içinde biriktirdiğim ve ağırlığı iki okkayı bulan “demir” paralarımın parlaklığı ise gitmiştir çoktan. Yine de onlarla dünyaları aldığımız o “parlak” yılları özlemle hatırlarım.

 

Dipsiz kuyumun en değerli parçaları arasında gravür replikalarım vardır bir de. Eski İzmir’e ait bu izdüşümler, çok şey anlatırlar bence...

 

•••

 

Geçenlerde elime düşen 15’inci yüzyıla ait olduğunu sandığım bir İzmir haritasının tıpkıbasımını incelerken, bunları düşündüm işte. Haritayı mercek altına yatırdığımda ise biz zamanlar üç tane kalesi olduğunu gördüm İzmir’in. Gravür koleksiyonumun diğer parçaları da bu kalelerin varlığını kısmen de olsa doğruladılar bana…

 

Pagos’u (Kadifekale) bilirsiniz. Eteklerinde çok dolaştım daha önce. Yüzyıllardır durup duruyor işte olduğu yerde… Belki St. Pier’i (Ok Kale) de bilenler çıkacaktır. Bugünkü Fevzipaşa Bulvarı üzerindeki Kavaflar Çarşısı’na kadar uzanan iç-limanın koruyucusuymuş bir zamanlar bu kale. Kemeraltı’nın ana caddesi (Anafartalar) bir rıhtım gibi iç-limanın kıyısında ve işte bu kalenin arkasında uzanırmış. Osmanlı hakimiyeti güçlenince, limanın korunmasına gerek kalmamış ve St. Pier Kalesi yıkılmış. Zaten körfezin Çankaya’ya kadar uzandığı bu alan da zamanla doldurulmaya başlanmış. Hatta denizin dolgusunda yıkılan kalenin kesme taşları kullanılmış. St. Pier’in bulunduğu yere ise 1592’de Hisar Camii yapılmış. Caminin adının da oradan geldiği söylenir.

 

Ama ben bugün, İzmir’in üçüncü kalesi Sancakkale’yi anlatacağım sizlere. Çünkü o, hâlen dahi ayakta. Narlıdere’deki evimden denize doğru uzanan mandalina bahçeleri üzerinden kuş uçuşu yaklaşık 2 km ötemde bu kale. İnciraltı ile Sahilevleri’ni birbirinden ayıran Çakalburun’un en ucunda yükselir hâlâ tüm heybetiyle...

 

•••

 

Bir zamanlar Ali Onbaşı Deresi’nin kenarında yer alan sayısız nar bahçesi nedeniyle Cumhuriyet döneminde adına Narlıdere denilen ilçemin deniz kıyısındaki mahallesi Sahilevleri’ne doğru ilerliyorum. Günümüzde pek nar ağacı kalmasa da yol boyu uçsuz bucaksız sıralanan mandalina bahçeleri ile hormon-hânelerin yani seraların içinden geçiyorum.

 

Yazılı kaynaklara göre Narlıdere’ye ilk yerleşim, günümüzden dört bin yıl önce Luvi kavmi ile başlamış. Daha sonra Lidyalılar, Persler, İskender, Bergama Krallığı, Romalılar ve Bizanslılar gelip geçmiş bu topraklardan. Bölgenin ilk ismi Luvi dilinde “su geçidi-boğaz” anlamına gelen Akhilleon’muş. 1425’de II.Murat zamanında Osmanlı tarafından fethedilinceye kadar da bu isimle bilinmiş, tanınmış.

 

İnciraltı’ndan Güzelbahçe’ye kadar hemen hemen tüm sahil şeridi askeri bölge ya da doğal SİT alanı kapsamında bugün Narlıdere’nin. Aralarda kalan imara açık alanlarda ise en çok iki katlı evler bulunuyor. İşte İzmir’in soluk aldığı noktalardan Sahilevleri, böylesine şanslı bir mahalle. Geniş sahil bandı, balıkçı barınağı ile balık lokantaları, parkları, çay bahçeleri ve muhteşem malikâneleriyle bambaşka bir belde…

 

Ve sonunda Sancakkale’yi uzaktan görüyorum.

 

1472’de İzmir’e uğrayan Venedik donanması, bölgeye bir hayli zarar verip körfez girişinde ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı tam olarak bilinemeyen ama 15’inci yüzyıla ait haritalarda ve gravürlerde açıkça görülen kaleyi yerle bir edince; aynı yere daha sağlam ve yeni bir kale yapılmasına ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı işte bu kalenin İzmir’i korumasına karar vermiş Osmanlı. Ancak kararın uygulanması, yaklaşık 200 yılı bulmuş. Köprülü Mehmet Paşa’nın emriyle harâbe hâlindeki eski kalenin yerine yapılan Sancakkale tamamlandığında sene 1666 olmuş. 1688’de meydana gelen bir depremde ise ciddi hasar görmüş kale. Yine de yaralarını çabuk sarmış ve sevdalısı İzmir’i korumaya ve kollamaya kaldığı yerden devam etmiş. Birinci Dünya Savaşı’nda, cansiperâne bir şekilde savunmuş vatanını. İngilizler’in top ateşiyle ağır yaralar almış, şehitler vermiş. O kahramanlar ki, bugün Narlıdere Şehitliği’nde yatarlar. 

 

Ancak Sancakkale’nin ne durumda olduğunu yakından görmek, burçlarına tırmanmak, duvarlarından atlamak, özcümle tüm yapı taşlarına tek tek dokunmak için “asker” olmak gerekiyor günümüzde. Çünkü Sancakkale, askeri bölge sınırları içinde ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin hizmetinde.

 

Burçlarında dalgalanan dev boyutlardaki Bayrağımız ise kalenin hâlen dahi tüm heybetiyle ayakta durduğunu ve asırlardır başarıyla yerine getirdiği kutsal görevinin de başında olduğunu söylüyor, uzaktan da olsa bize…        

 

 

– Mart 2009

bottom of page