top of page

OTUZ DOKUZ YAŞINDAKİ BİR ADAMIN OTOBİYOGRAFİK PORTRE DENEMESİ VEYA DÜŞLERİNDE ÇIKTIĞI KANADA SEYAHAT

Bugün benim doğum günüm.


Otuz sekiz yıl önce dünyaya geldiğime göre, bugün otuz dokuzuma basıyorum. Ve çok değil on yıl sonra, hani o şarkıdaki gibi babamın öldüğü yaşta olacağım.


Otuz dokuz. Kırkın bir altı. Artık genç değilim…


•••


Gençken, yani adı üstünde delikanlıyken, hayat, damarlarınızda dolaşan kanın aksine çok yavaş ilerler. Çocukken ise daha da ağır geçer yıllar. Hiç büyümeyecek sanırsınız ve şu okul hiç bitmeyecek… Günler uzundur, sınavlar çetin. Ah, şu okul bir bitsin dersiniz, gerisi kolay. Üniversitede, nasıl olsa hayatımı yaşayacak, sonra da dünyayı dolaşacağım.


Herkes buna benzer düşler kurmuştur sanırım. Kimi gerçekten bu düşün peşinden gitmiş, hayatını kendi istediği gibi yaşamış ve yönetmiş, belki de dünyayı bile dolaşmıştır. Ama ne yazık ki onlar şanslı birer azınlıktır.


Elbette ben de düşler kurardım çocukluğumda ve ilk gençliğimde. Hem de ne düşler?!.


Daha ilkokuldayken âşık olduğum kadınların isimlerini tek tek saya saya uykuya dalardım. Şairin dediği gibi, “ne kadınlar sevdim, çoktular.” Ama hemen bir Kazanova sanmayın beni. Sayısını şimdi unuttuğum bu hatun kişilerin arasında ilkokul öğretmenim başta olmak üzere, iki yıl önceki yaz tatilimde sadece bir kez görüp vurulduğum o yeşil gözlü kız, mahalleden bir iki abla, Charlie’nin üç muhteşem meleği –ki sonradan sayılarının dörde çıkmasını mutlulukla karşılamıştım– ve elbette sınıfın en güzel kızının da olduğunu ve listemin böyle uzayıp gittiğini bilmiyorsunuz çünkü. Hem ilerleyen yaşlarda ve yıllarda benim de “tek eşli” biri olup çıkacağımı ayrıca belirtmeliyim.


Otuz dokuzuma bastığım bugün, geçmiş aşklarımın çetelesini tutacak ve bunları size ballandıra ballandıra anlatacak değilim. Tek söylemek istediğim, (bu bir gezi yazısı olduğuna göre) düş kurmanın sınırı, saati, zamanı yoktur ve insan en güzel gezilere düşlerinde çıkar.


•••


Üniversitede en büyük hayâlim, yüksek lisansımı tamamladıktan sonra doktora yapmak üzere Kanada’ya gitmekti. Yetersiz İngilizce’min tersine bu sefer işi sağlam tutacak ve Fransızca’yı sular seller gibi öğrenip “karşılaştırmalı edebiyat” doktorası yapacaktım. Doktoramı verdiğim üniversitenin saygın bir üyesi olarak Montreal’de yaşayacak ve oturup kitaplarımı yazacaktım. Elbette Québec Festivali’nin sadık bir izleyicisi olacak, yaz tatillerinde Alaska’ya gidecek, hatta hayâli kasaba Cicely’nin izlerini arayacaktım. Sokaklarında ren geyiklerinin özgürce dolaştığı bu kasabada Roslyn’s Cafe’nin müdavimlerinden biri olacak ve gelmiş geçmiş en iyi Tv dizisi olan, ortalamanın üstü izleyiciler arasında bir efsane hâline gelen ve günümüzde tekrar yayımlanması için imza kampanyaları dahi açılan Northern Exposure’u (Kuzeyde Bir Yer) kendimce bir güzel yâd edecektim. Soğuk sömestr tatillerinde ise soluğu güneyde alıp Aztek, Maya ve İnkaların gizlerine ortak olacaktım. Fırsatını bulursam Amazon ormanlarında en az bir gece geçirip Patagonya’ya kadar inecek ve eğer şanslıysam güney buzullarına dokunacaktım. Belki Rio Karnavalı’na katılacak, hatta Buenos Aires’te tango bile yapacaktım.


Evet, ben Kanada’ya yerleşecek, Yeni Dünya’nın kuzeyinde bir yerlerde mutlu mesut yaşayacaktım. Her sabah uyandığımda kutuptan buz gibi kopup gelen kuzeyli rüzgârları ciğerlerimde hissedecek, belki Ontario’daki muhteşem Blue Mountain’in çağrısına daha fazla dayanamayarak kayak yapmayı öğrenecek, en azından donmuş gölde patenle kaymayı deneyecektim. Hafta sonları ise coşkuyla çağlayan nehirlerde somon avlayacak, ama tuttuğum balıkları yüce ideallerine saygı duyarak tekrar suya bırakacaktım. Bazen de karavanıma atladığım gibi soluğu en yakın ormanda alacak, kamp kuracak ve gece olduğunda yaktığım ateşin yalazları yıldızlara selâm çakarken, ben ateşte pişirdiğim kahvemden büyük bir yudum alacak ya da zulamdaki Kanada viskisiyle içimi ısıtacaktım. Gecelerden bir gece, belki memleket hasreti de çekecek ve yanık bir türkü tutturacaktım. Hasret dayanılmaz olduğunda ise ver elini Birleşik Devletler diyecektim. Her geçen gün birbirimize daha çok benzediğimiz, aynı yaşam tarzlarını benimsediğimiz ve giderek bu devletin “küçük kardeşi” sayıldığımız ve bundan da büyük bir kıvanç duyduğumuz için şu hasret işini gidermek elbette çok kolay olacaktı. Ama ben yine de hâlen dahi Avrupalı yaşam biçimini yaşatmaya çalışan Boston ya da San Francisco’ya gitmeyi yeğleyecektim. Belki de Iowa gibi Amerikan kırsalında dolaşacak, orada bol bol çilek tüketecek ve ünlü Missouri ile Mississippi nehirleri arasında gidip gelirken adını aldığı “uykuya yatıran kişi” veya “güzel ülke” anlamına gelen Ayuxwa kabilesinin izlerini boşu boşuna sürecektim. Ya da Minnesota, Cincinnati gibi sadece adları kulağa hoş gelen bu garip topraklarda avarelik edecek ve sonunda kuzeydeki evime tekrar geri dönecektim.


•••


Ama olmadı. Yapamadım. Kurduğum düşlerle bir başıma kaldım. Çünkü yüksek lisansımın ikinci yılında İstanbullu bir kıza abayı yaktım, tutuldum, sevdalandım. Sevdalanmakla da kalmayıp Belgesel Türk Tiyatrosu üzerine hazırladığım tezimi yarıda bırakmayı, bir anlamda tüm ideallerimi ve düşlerimi bir kenara atmayı göze alarak, o zamanlar konservatuar okuyan bu kızın peşinden İstanbul’a gittim. Yani göç ettim.


Göçebeliğimin daha başlangıcında ise uğruna şehir değiştirip hayatımı sil baştan plânladığım bu kız tarafından terk edildim. Öylece kalakaldım.


Hayır, bu yazıyı melankolinin ağdalı kollarına bırakmak değil niyetim. Bu dünyada aslında herkesin bir başına ve yalnız olduğunu, sadece kendisi için yaşaması gerektiğini vurgulamaktır amacım. Yıllar önce “Her şeyini vererek sevme” demişti bir dostum. “Çünkü sevdiğin gidecek olursa, senden geriye hiçbir şey kalmaz…”


Hayat zaten böyle bir şey. Nehre bir sal indiriyorsunuz ve akıntının sizi sürüklemesine izin veriyorsunuz. Ancak bazen sular duruluyor, yelkeniniz varsa ve onu açsanız bile nâfile, yaprak kımıldamıyor. İşte o zaman kürekleri elinize almanız gerekiyor. Ama işin en zor kısmı bu da değil. Çünkü çoğu zaman akıntıya karşı ilerlemek zorunda kalıyorsunuz.


Ben de öyle yaptım. İstanbul’a göçtüğümün ilk zamanları, sürekli akıntıya karşı kürek çekip savaştım durdum.


Yapabileceğim işler kısıtlıydı. Sanat eğitimi almış biri olarak bu ülkede sanatçı olmak pahalı, sanat yapmak ise son derece ucuzdu. O zamanlar (doksanların başı) “Küçük Amerika” olma yolunda hızla ilerlesek de henüz sürüsüne bereket bir dolu Tv kanalımız da yoktu. Bu yüzden ya TRT’ye girecek, ya gazeteci olacak ya da bir reklâm ajansına kapağı atacaktım.


Bir yandan iş arar ve reklâm yazarlığını kendime daha bir yakıştırdığım için irili ufaklı ajanslara CV’mi bırakırken, bir yandan da üzerine bir lisans tezi hazırladığım için tanış olduğum Attilâ İlhan’ın her sabah gittiği Divan Pastanesi’ne arada uğruyor ve doyumsuz sohbetlerine mazhâr oluyordum.


Günlerden bir gün, niyetimin reklâmcılık olduğunu öğrenen A.İlhan, bana, kelimesi kelimesine hafızamda yer edecek şu uyarıyı yaptı:


“Reklâma bulaşma çocuk, mutsuz olursun. Belki çok para kazanırsın ama yanlış evlilikler yapar ve sonunda da alkolik olursun. Bak şairliğin, yazarlığın daha başındasın. Onları da bir kenara bırakır ve kırkına gelip beyninin posası çıktığında bir anda yanlış yaşadım hissine kapılırsın. Ama artık çok geçtir ve örnekleri de görülmüştür. Gel, sen bu işten vazgeç çocuk…”


Hocamı dinleyerek reklâm sektörüne balıklama dalmaktan vazgeçtim. Yine onun önerisiyle Şehir Tiyatroları’na başvurdum ve hiç umudum yokken kabul edildim. Artık tiyatronun yevmiye usulü çalışan 100 sanatçısından biriydim.


Şehir Tiyatroları’nda Dramaturg olarak çalıştığım iki sezon, hayatımın en güzel yılları olmuştur. Elime üç kuruş geçse de; okuyup yazarak, provalara girerek, work-shop’lara katılarak, şehirdeki bütün tiyatroları ve festivalleri kimliğimi gösterip “bedava” izleyerek, sözün özü dolu dolu yaşıyordum. Üstelik Bağdat Caddesi üzerinde Selamiçeşme’de bahçe katı bir dairenin yarısını, maaşımın üçte ikisi olan 3 milyona kiralamış ve böylece “evlenmiştim” de… Yani görünüşte son derece zengin, aslında yoksul ama mutluydum.


Güzel günler çabuk geçermiş. İkinci sezonumda kadro isteğim, zamanın belediye başkanı, günümüzün ise başbakanı tarafından “gereksiz” görülünce, daha fazla dayanamayarak tiyatromdan ayrıldım ve Attilâ İlhan’ın öğütlerini çiğneyerek çok uluslu bir reklâm şirketinde “junior kalem” olarak çalışmaya başladım. Hiç unutmam, tiyatrodayken bir yılda kazanabileceğim bir maaş ve neredeyse iki aylığıma denk gelen yemek çekiyle parlak bir geleceğe adım attım. Ajansa karşıdan gidip gelmek zor geldiği için hemen Nişantaşı’nda uygun bir daireye yerleşerek taşındım. Eve birkaç parça eşya, hatta 37 ekran bir televizyon bile aldım. Gardrobumu yenilemekle kalmayıp hiçbir zaman işe yaramayacağını henüz bilmediğim, yemek pişirmeye yarayan birkaç kap kacak da edinmeyi unutmadım. Böylece kapitalizmin kalesinde görevli anlı şanlı bir reklâm yazarı olup çıktım. Ama bırakın Taksim’e şöyle bir uğramayı, Nişantaşı’nın Teşvikiye ile kesiştiği kavşağı dahi görmeden aylarca işe gidip geldim.


Şimdi dönüp bakıyorum da, verdiğim kararda hatalı mı davrandım? Sanmıyorum. Dediğim gibi hayat bir nehirdir, sizi nereye götüreceğini ya da sürükleyeceğini bilemezsiniz. Sadece “şu yöne gitmeliyim” dersiniz. Bu yüzden reklâmcılığa başladıktan yaklaşık bir yıl sonra İstanbul’dan İzmir’e dümen kırmakla, şimdi çok doğru bir karar verdiğimi, artık daha iyi anlıyorum. Gerçi hâlâ reklâm yazıyorum. Neredeyse on beş yıldır yalan cümleler kurup cafcaflı sloganlar atıyorum. Ama hiç değilse bunu İzmir’de yapıyorum. Çünkü İzmir, inanın her açıdan hâlâ daha masum bir şehir. Sonra yirmi dokuzumda askere gittim. Otuzumda, bu sefer gerçekten evlendim. Otuz dördüme geldiğimde en büyük aşkım Eylül Ada’mı kucağıma aldım.


Peki Attilâ İlhan’ın dediği gibi “yanlış yaşadım” hissine kapıldığım olmuyor mu? Son bir yılda iyice sarkan göbeğimin çapına bakılırsa alkolle de aram iyi!.. Bu anlamda hocam doğru söylemiş sanki...


Ama kehânetinin hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olduğunu burada övünerek söylemeliyim. Çünkü otuz dokuzuma bastığım bugün mutluyum ve işte yazıyorum.


•••


Kanada’ya gelince… Bazı geceler hâlâ düşlerime girmeye devam ediyor. Bu yüzden siz siz olun, yine de düşlerinizin peşini bırakmayın, derim.



– 10 Ağustos 2008



Hamiş

Bu yazıyı kaleme alalı tam yedi yıl oldu. Ama 45’ime bastığım bugün de yine aynı kanıdayım.

bottom of page