top of page

Metropolis'te Kahvaltı

Kahvaltıyla aram pek yoktur benim. Lânet olası tütünden önce, birkaç parça bir şey bulup ağzıma atar, güne öyle uyanırım. Arkasından da işe yetişmek için evden çıkarım.

 

Ofise geldiğimde, tercihen köşedeki fırından aldığım iki adet sıcacık kaşarlı poğaçayı ilk kahvem eşliğinde afiyetle yer ve çalışmaya başlarım. Sonradan İzmirli olduğum için boyoza pek alışamadığımı ve çok nadiren tükettiğimi (aşırı yağlıdır çünkü), adına gevrek denilen simitleri de pek tatsız tuzsuz bulduğumu ayrıca belirtmeliyim.

 

Keyfimce kahvaltı yapabildiğim tek gün olan pazarları ise günün bu ilk öğününe ayrı bir önem veririm: Bol tahıllı kızarmış ekmek, tulum peyniri, sele zeytini, mevsiminde söğüş domates ile taze yeşil biber ve üzerinde kekik gezdirilmiş sızma zeytinyağının soframda bulunmasına dikkat ederim. Yumurtayı rafadan sever, en az iki bardak da çay içerim.

 

Sekiz on yıl önce özellikle büyük kentlerin çıkış (veya kaçış) noktalarında, nispeten korunmuş kimi bahçelerde ya da sırf bu amaçla peyzajı plânlanmış mekânlarda sunulan ve adına "köy kahvaltısı" denilen aktiviteleri ise pek hazetmem ben. Sofranıza alelacele dizilen tabaklar bir yana, masanıza geçmek için önceden mutlaka sıra da beklemiş olmanız, iştahınızın kapanması adına yeterli olmuştur çünkü. Üstelik köylümüzün böyle bir kahvaltı geleneği olmadığını; dört çeşit peynir, üç çeşit zeytin ve bilmem ne kadar çeşit sosis ve salamla karın doyurmadığını, tam aksine bir tas tarhana çorbasına bir parça ekmeklerini katık ederek güne başladıklarını iyi bildiğimden, "köy kahvaltısı" verdiğini iddia eden bu tip yerlerden uzak durmaya çalışırım.

 

Çünkü bana göre bu mekânlar; doğal yaşama özlem duyan, kentin gürültüsünden, karmaşasından, kirliliğinden ve  özcümle kent yaşamından bunalmış insanların bir iki saatliğine de olsa kendilerini rehabilite ettikleri ama diğer yandan da kentli alışkanlıklarından ve damak zevklerinden asla vazgeçemedikleri kaçış noktalarıdır. Bu yüzden girişlerine "çıkışa hoşgeldiniz", "en doğal biziz", "jambonlarımız İtalyan, peynirlerimiz Fransız" türünden bir takım tabelâlar kondurmaları hararetle tavsiye olunur. Kesinlikle daha iyi iş yapacaklarına eminim.

 

Ama bu kahvaltı etkinliği, dostlarla buluşmak için yapılıyorsa o zaman işin rengi değişir. Kahvaltı sonrası uzun doğa yürüyüşleri ya da bilinmeyen bir rotaya doğru ilerleyip gizli kalmış coğrafyaları keşfetmek de varsa hele programın içinde, bu türden kahvaltılara bayıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. 

 

Geçen yıl Mayıs'ın ilk pazar günü gerçekleştirdiğimiz Metro-polis'teki kahvaltının tadı, tam da bu kıvamdadır işte…

 

•••

 

İzmir'in 45 km. güneydoğusundaki Torbalı'dan 12 km. daha batıya doğru ilerliyor ve eski antik kenti keşfetmeden önce Yeniköy'de mükellef bir kahvaltı sofrasına kuruluyoruz. Hemen yanımızdaki havuz sularının şırıl şırıl şırıldadığı, masamızın etrafında kazlarla ördeklerin oynaştığı ve güvercinlerin gökyüzünde uçuşup binbir takla attığı güzelim bir bahçede kahvaltımızı yapıyor, arkasından da Metropolis’i keşfe çıkıyoruz.

 

Antik Ion Birliği’nin önemli yerleşim yerlerinden biri olan Metropolis, günümüzde Yeniköy ile komşusu Özbey arasındaki bir tepe üzerinde yükseliyor. İ.Ö.3’üncü yüzyıla kadar uzanan tarihiyle Roma ve Bizans dönemlerinde de canlılığını koruyan kent, sonraki yıllarda kaderine terk edilmiş. 

 

Bir zamanlar dillere destan şarapları ile ünlü kentin, bir piskoposluk merkezi olduğu, İzmir ile Efes arasındaki antik yol üzerinde bulunduğu için ticaretin bir hayli geliştiği, hatta Hegesias adlı bir bankerin burada hatırı sayılır derecede servet edindiği günümüze kadar ulaşan rivayetler arasında yer alıyor. Bir başka söylenti ise Metropolis’in aynı zamanda falcılık merkezi olduğu üzerine: Kente adını veren Meter Gallesia adlı ana tanrıçanın tapınağının bulunduğu kutsal mağarada yapılan kazılarda, çok sayıda pişmiş topraktan yapılmış ana tanrıça heykelciği, kandiller ve çömleklerle birlikte aşık kemikleri de bulunmuş. İşte bu kemiklerin falcılıkta ve bilicilikte kullanıldığı iddia ediliyor.

 

Keşif turumuza, Sabancı Vakfı’nın destekleriyle 2001 yılında restorasyonu tamamlanarak ziyarete açılan tiyatrodan başlıyoruz. Uçsuz bucaksız Torbalı düzlüklerine bakan Metropolis Tiyatrosu, Anadolu’nun “en genç” tiyatrosu sayılıyor. Geç Hellenistik Döneme ait bu yapıda, Roma İmparatoru Augustus ve evlâtlığı Germanikus'a adanan üç mermer sunak bulunuyor. Yaklaşık 3 bin 600 seyirci kapasitesine sahip tiyatronun oturma yerleri bir diazoma ile iki parçaya ayrılmış. Bizans döneminde tiyatronun üzerine bir takım konutlar inşa edildiği ve sahnesinin, yakınlardaki bir cam atölyesinden çıkan atık malzemelerin depolanması için kullanıldığı bilgisi ise son derece ilginç detaylar…

 

Tiyatronun doğu kenarına bitişik, Efes’teki Yamaç Evleri anımsatan ve teraslar hâlinde inşa edildiği anlaşılan Roma devrine ait Teras Evlerin önündeyiz şimdi. Ziyarete kapalı olsa da duvarlarındaki Dionysos’u resmeden freskleri ve güzelim taban mozaiklerini görebilmek mümkün. Ayrıca komedya ve tragedya maskları da seçilebiliyor. Tüm bu işaretler ise yapının, tiyatro binasının bir uzantısı olduğunu düşündürüyor.

 

İlk olarak Hellenistik dönemde yapılan, Roma ve Bizans dönemlerinde genişleyerek büyüyen kale, antik kenti çepeçevre sarıyor ve surlarının kalıntıları aşağıdaki düzlüklere kadar iniyor. Dikdörtgen plânlı kalenin kesme taştan yapılmış Bizans surlarının ise gayet iyi durumda olduğu söylenebilir. Öyle ki, bir zamanlar Metropolis kent meclisinin toplandığı ve günlük hayat ile ilgili önemli kararları aldığı meclis binasını tam ortadan ikiye bölmüş bu surlar. Yarım daire şeklindeki oturma sıralarının, günümüze çeyrek daire olarak ulaşması, işte bu Bizans surlarının marifetidir.

 

Geldik hamama… İ.S.2’nci yüzyıla tarihli Roma Hamamı, sıcaklık, ılıklık ve soğukluktan oluşan bir tesismiş zamanında. Özel bir ısıtma sistemine sahip yapının kişiye özel ziyafet odaları da varmış ve bulunan bir yazıta göre Alexandra Mirton adındaki bir kadın tarafından işletilirmiş. 1997’de yapılan kazı çalışmalarında, tüm Metropolis’teki en çok gümüş sikkenin buradan çıkarıldığı düşünülürse, hamamın işleri de gayet iyiymiş bence…

 

Ama belki de hamamın hemen alt sokağındaki bahçeli eve aittir bu sikkeler. Sütunlarla çevrili bir avlunun çevresine dizilmiş odalardan oluşan ve tam ortasında yağmur sularının biriktirildiği bir havuz bulunan bu ev, mozaik döşeli zeminiyle dikkat çekiyor. Mozaikteki yazılar ise evin işleviyle ilgili son derece önemli ipuçları veriyor. Çünkü Yunanca “Agathe Tykhe” ve Latince “Bona Fortuna”nın karşılığı olarak iyi şanslar anlamına geliyor bu yazılar ve bazı odaların duvar fresklerinde seçilen ağırlık ölçü birimleri, burasının aynı zamanda bir ticarethâne olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla gümüş sikkelerin kaynağı bu ev de olabilir.

 

Yine de hazinenin kaynağını bulmak için acele karar vermeyelim. Çünkü hamamın bir diğer komşusu, Latrina…

 

Aynı anda yaklaşık 25 kişiye birden hizmet veren bu yapının, hem alttaki caddeye çıkan, hem de yukarıdaki Akropol’e doğru açılan iki kapısı bulunuyor. Üst katındaki küçük odanın ise kadınlara ayrılmış özel bir bölüm olduğu düşünülüyor. Üstelik 2002 yılında yapılan kazı çalışmalarında, burada Sağlık Tanrıçası Asklepios’un oldukça iyi korunmuş bir heykeli bile bulunmuş. Yani Latrina’nın da gayet kazanç getiren bir yer olduğu su götürmez bir gerçek. Bu arada unutmadan, Latrina, umumi tuvalet anlamına geliyor.

 

•••

 

Metropolis, sahip olduğu değerler ve sunduğu hazineler (bugüne kadar bulunan tüm eserlerin, İzmir ve Efes Müzelerinde sergilendiğini ayrıca belirtelim) bir yana, aynı zamanda lezzetli bir kahvaltı durağı. Pazar kahvaltınızı gerçekten köyde yapmak ve arkasından keyifli bir keşif turuna çıkmak istiyorsanız, bence ilk fırsatta siz de yolunuzu buraya düşürmelisiniz.  

 

 

– Ocak 2011

bottom of page