top of page

İzmir Yazıları-2

Bay ve Bayan Brown'un İzmir Seyahati

 

Ertesi yıl geldiğinde kahramanımız –adı Bay Brown olsun– eşiyle birlikte seyahat hazırlıklarına başladı.

 

İkisi de tarih öncesinden kalan bu kenti, müthiş merak ediyordu. Ama acenteye bilet almak için gittiklerinde, İzmir’in yaşının 5.000 olduğunu duyuran yeni posterlerle karşılaştılar. Daha bir meraklanıp sabırsızlandılar. Hemen biletlerini alıp rezervasyonlarını tamamladılar ve yolculuk gününü beklemeye başladılar.

 

Sonunda bekledikleri gün geldi. Kahramanlarımız sanki zaman makinesine binip tarih öncesi bir yolculuğa çıkacakmış gibi uçağa bindiler. Ama Adnan Menderes’e indiklerinde kentin yaşı çoktan 8.000 olmuştu. Merkezdeki otellerine yerleştiklerinde ise tam 11.000 yıllık bir geçmiş onları bekliyordu. Artık bu duyurulara aldırmadılar ve aceleyle kendilerini İzmir sokaklarına attılar.

 

Ellerinde, nereden buldularsa benim yazdığım bir İzmir rehberi (İzmir Guide, 2002) olduğu hâlde, İzmir’de dolaşmaya başladılar. Hâlâ daha heyecanlıydılar. İşte şu apartman bloğunu da geçince tarihe yolculuk başlayacaktı.

 

Ama seyahatleri boyunca, İzmir’in tarihsel geçmişine dâir görüp görebilecekleri Kültürpark Tarih ve Sanat Müzesi’nde sergilenen ve gerçekten iddia edilen o binlerce yıllık geçmişe tarihlenen birkaç kap-kacak, belki bir avuç sikke, biraz da taş yontu oldu. Bir de Bayraklı’da gecekondular arasına sıkışıp kalmış Tepekule Höyüğü ile Çankaya’da, hemen yanında –belki de üzerinde– çok katlı bir otoparkın yükseldiği Antik Agora…

 

Kahramanlarımız, müze gezilerinden sonra dünyada bir eşi sadece Roma Agorası olan, yani modern bir metropolün merkezinde kalmış Agora’ya gelmeye karar verdiler önce. Biletlerini alıp içeri girdiler. Bir köşeye oturup şöyle bir soluklandılar. Ve benim rehber kitabı açıp okumaya başladılar:

 

“Pagos Tepesi’nin (Kadifekale) kuzey yamacındaki Namazgâh ile Tilkilik mevkiinde bulunan Roma Dönemi’ne ait Agora’dayız. İ.S.178 yılında Roma İmparatoru Marcus Aerelius tarafından yaptırılan ve bugüne kadar sadece yarısı gün ışığına çıkarılmış olan İzmir Agorası, ticaretten çok siyasi amaçlarla kullanılan resmi bir devlet agorası olup politik toplantılar ile seçimlerin yapıldığı bir alandır. Romalılar’ın Forum dedikleri Agora, ticaret ve siyaset işlerinin konuşulduğu ve günlük hayatın en canlı şekilde yaşandığı bir mekân topluluğudur. Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın da kuruluşuna öncülük etmiş Agora’da yapılan kazılarda, kalıntıların büyük bir bölümü ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde müze hâline getirilmiş olan Agora’nın kuzey ve batı bölümleri ziyarete açıktır. Batı galerisindeki kapısı ile 13 adet Korint üslubundaki sütunları hâlen ayakta olan Agora’da, Deniz Tanrısı Posedion’un, Antoninler Dönemi’ne (İ.S.2’nci yüzyıl) ait bir kabartma heykeli bulunmuştur. Bazilikanın batı tarafından çıkarılan bu heykel, günümüzde Toprak ve Bereket Tanrıçası Demeter’in kabartma heykeli ile birlikte İzmir Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Yine Agora’da bulunan 160 m. uzunluğundaki Bazilikanın kemerleri iyi korunmuştur. İmparator Marcus Aerelius’un karısı Küçük Faustina’nın büstü de Agora’nın en güzel eserleri arasındadır. Doğu kapısı ile Agora meydanı ise tamamen yıkılmış durumdadır.”

 

Okudukları, kahramanlarımızın hoşuna gitmiş, o ilk şaşkınlıkları geçmiş olacak ki, Bayraklı’ya çıkmaya karar verdiler.

 

Metro olmadığından, durakları kalabalık ve otobüs hatlarını da fazla karmaşık bulduklarından, bir taksi çevirdiler. Ve Balçova – Narlıdere (!) üzerinden Bayraklı’ya doğru yola koyuldular.

 

Çankaya’da arabaya bindiklerinde önce İkiçeşmelik yokuşunu tırmandılar. Tüm Hatay’ı adım adım dolaştılar. Üçkuyular’ı geçip, Balçova’ya saptılar. Teleferik yolundan aşağı inip İnciraltı kavşağında LPG aldılar. Narlıdere’yi de geçince otobana çıktılar. Farklı bir yoldan Üçkuyular’a geri geldiklerini elbette anlamadılar. Göztepe / Güzelyalı sahiline vardıklarında, yol boyu sıra sıra apartman bloklarının arasında nasıl olmuşsa kalmış, daha doğrusu kaderine terk edilmiş birkaç Sakız Yalısı görüp beğendiler. Konak’ta, Saat Kulesi’nin önünde zorunlu bir ihtiyaç molası verdiler. Hazır mola vermişken, bir hatıra fotoğrafı bile çektirdiler. Tarihi boyunca hiçbir zaman Osmanlı kenti olamamış, hep “gâvur” diye anılmış, 1860’lı yıllara kadar Aydın Vilâyeti’ne bağlı bir yerleşimken, bu gâvurlar yüzünden birdenbire gelişen ve ticaretin etkisiyle büyüyerek vilâyet merkezi hâline gelen ve böylece 1869-1872 yılları arasında yaptırılan bir Hükümet Konağı’na kavuşan İzmir’in en büyük meydanında çektirdikleri hatıra fotoğrafının kadrajına, elbette bu Tarihi Hükümet Konağı’nın da girmesine özen gösterdiler. 1970’de Emniyet Müdürlüğü binasına yer açmak için, bu tarihi konağın yıkılarak, aynısının biraz daha sağ cenapta tekrar inşa edilmiş olduğunu, bu yüzden kadraja aldıkları binanın öyle pek de eski sayılmayacağını ise hiç bilmediler. Tıpkı eskiden Konak Meydanı’nın büyük bir bölümünü kaplayan Sarı Kışla’yı ve bir zamanlar denizin Saat Kulesi’ne kadar uzandığını bilmedikleri gibi… Yine de bu meydandan çok keyif aldılar. Bir açık hava sergisini dolaştılar. Şöyle bir Kemeraltı’na bile uzandılar. Ancak rehber kitapta yazan sinagogların çoğunu kapalı bulsalar da Kestane Pazarı’nda hayatlarında belki de ilk kez içtikleri turşu suyu ile hararetlerini bastırdılar ya da yükselttiler ve tekrar meydana döndüler. Burada İngiliz Ayşe ya da Yalı Camii olarak bilinen küçük mescidin güzelim çinilerini de fotoğraflayıp taksi şoförüyle sözleştikleri Konak Pier’e kadar yürüdüler. Efsaneye göre 1854 yılında ünlü Fransız Mimar Eiffel’in elinden çıktığına inanılan bu Rıhtım ve Gümrük Binası, şimdilerde modern bir alışveriş merkezine dönüştürülmüştü. Kahramanlarımız bu değişimi hoş karşıladılar. Ama buranın uzun yıllar boyunca balık hali ve otopark olarak kullanıldığını elbette bilmediler.

 

Şoför onları Konak Pier’in önünde bekliyordu. Konak’a kadar olan taksimetre ücretinin yanı sıra verdikleri yüklü bahşiş, bunca zamandır beklediğine göre etkili olmuşa benziyordu. Türkçe dışında bir dil bilmese de, şoför iyi bir adamdı.    

 

Tekrar yola koyuldular. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ulusal Mimarlık Akımı’nın İzmir’deki birkaç örneğini arkalarında bırakıp Cumhuriyet Meydanı’na ulaştılar. Sabah yürüdükleri cadde ve sokakları bir kez daha geçerek 1.Kordon’a vardılar. Kahramanlarımız bir an, geçtikleri yolları hatırlayacak gibi olduysa da seslerini çıkarmadılar. Zaten şoför, dediğimiz gibi sadece Türkçe biliyordu. Hem sonuçta yollar gibi binalar da birbirine benzerdi. Hatta kendi aralarında şöyle bir konuşma geçmiş bile olabilir:

 

– İyi ki yürümeye kalkmamışız. Yol bayağı uzunmuş…

– Haklısın. Git git, bitmiyor... İyi ki bu taksiye binmişiz!

 

Bu yüzden şoförün, kesinlikle iyi bir adam olduğuna bir kez daha inandılar.

 

Arnavut kaldırımlı parke taşlı 1.Kordon’u yavaş yavaş geçtiler. Yol boyu, her apartman altının olmazsa olmazı yığınla birahâneyi arkalarında bıraktılar. Tıpkı Göztepe sahilindeki gibi sıra sıra dizilmiş apartmanlara yine bir anlam veremediler. İzmir’in doğal bir klima gibi tatlı tatlı esen imbatını bir kale gibi kesen ve iç kesimlerin sıcaktan kavrulmasına neden olan bu apartmanlar, hangi akla hizmet için böyle yan yana dikilmişlerdi acaba?

 

Nedenini sadece bilen bilir: 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun ilk demiryolu yapım işini İngilizler alır. Demiryolu, İzmir’den Aydın’a kadar uzanacaktır. Ancak İngilizlerin bir şartı vardır. Yol boyu, hattın her iki yanında bulunan madenlerin çıkarılma imtiyazı, kendilerinin olacaktır. Dönemin Padişahı, bu izni verir. İngilizler, her iki yandan kasıtlarının 10 km. ile sınırlı olduğunu söyler. Padişah Efendimiz, buna da “tamam” der. Bu sefer İngilizler, çıkaracakları maden cevherleri arasına bir takım mermer gibi kalıntıları da eklemek ister. Padişah Hazretleri, ona da “hayhay” çeker ve buyurur, “Bizde zaten her yer taş, kireç, mermer.”

 

Böylece çalışmalar başlar. İngilizler, İzmir’den Aydın’a giden yolu, maden ve antik kalıntıların bulunduğu yerlerden geçmesine özellikle özen göstererek tamamlar. Demiryolu hattı, bu yüzden dümdüz ovada “s” çize çize gitse de pek bir güzel olmuştur. Evet, belki yolculuk saatler sürmektedir ama olsun. Uzun yıllar sonunda tamamlanmıştır ya!.. Bu arada, Selçuk’taki Artemis Tapınağı çoktan British Museum’un yolunu tutmuştur, ne gam?!. Biz de zaten her yer taş, kireç, mermer…

 

1.Kordon’un kaderine gelince: İngilizler, Eski Rıhtım’a (bugünkü Konak Pier) kadar, demiryolu hattını bir tür tramvay hattı şeklinde uzatacak ve inşa ettikleri Alsancak Garı ile entegrasyonunu sağlayacaklardır. Ve yol kenarına da lojman, otel vb amaçlı bir takım binalar yapmak istemektedirler. Elbette bu izni de alırlar. Daha çok bina sığsın diye de bunları bitişik nizam inşa ederler. Böylece kentin belki de ilk nazım plânı ister istemez ortaya çıkar. Binalar dikilir.

 

1922 İzmir Yangını’nda, büyük bir kısmı yanıp küllere karışan, bitişik nizam olsalar da yine de belli bir estetik gözetilerek inşa edilen bu Sakız Yalıları hâlen daha ayakta kalsalardı, benzerleri Selanik ve Napoli’de olan mimari üslupla kardeş sayılacaklardı. Ama önce yakıldılar, sonra yıkıldılar ve 60’lı yıllardan itibaren yerlerini yine bitişik nizam yükselen apartmanlara bıraktılar. Şimdilerde ise sadece bir elin birkaç parmağı kadar kaldılar. Onlar da zaten ya yıkılmayı bekliyorlar ya da konsolosluk binası olarak hizmet veriyorlar.

 

Sahi, Fransız ya da Almanlara ait konsolosluk binaları yangından nasıl kurtuldular acaba? Hemen yanı başlarındaki komşu evler cayır cayır yangına teslim olurken, bunlar nasıl ve neden ayakta kaldılar? Kimbilir?!.

 

Neyse, bu detayları ve sorularımızın cevaplarını kahramanlarımızın da bilmediğini varsayarak yolumuza devam edelim. Daha Tepekule’ye çıkacağız.

 

Birkaç yıl öncesine kadar yerine otoban yapılmak istenen, ama rahmetli Piriştina’nın gayretleriyle şimdilik bu kâbustan kurtulan (şimdilik diyorum, çünkü kimileri hâlâ otoban istiyor) 1.Kordon’u arkalarında bırakan kahramanlarımız, sonunda şiirlerini ve destanlarını Meles Çayı’nın kenarında yazan Homeros adına dikilen anıtı da geçerek, Bornova (!) üzerinden Bayraklı’ya ulaştılar. Anıtı geçerken kulaklarına bir lir sesi geldiğini ayrıca belirtelim.

 

Tepekule’ye çıktıklarında gün akşama dönüyordu. Karşılarında betondan bir kent olsa da nefis bir körfez manzarası ve doyumsuz bir gün batımı onları bekliyordu. Bu keyifle bir kenara oturdular ve benim kitabı çantalarından çıkararak okumaya başladılar:

 

“Tepekule’de, Savaş Tanrıçası Athena’ya adanmış tapınağın kalıntılarını görebilirsiniz. Höyüğün kuzeyinde 205 m. yüksekliğindeki, İ.Ö.7’inci yüzyıla ait Frigya Kralı Tantalos’un Anıt Mezarı da bulunuyor. Zeus’un oğlu yarı tanrı Tantalos, Yunanistan’daki Pelepones Yarımadası’na ismini veren ve Olimpiyat Oyunları’nı kuran Pelops ile Manisa’da Ağlayan Kaya hâline gelecek olan Niobe’nin de babasıdır. Tantalos, Olimpos tanrıları yerine, Anadolu’nun Ana Tanrıçası Kybele’ye inandığı için babası Zeus tarafından yeraltı ülkesine gönderilerek açlık ve susuzlukla cezalandırılmıştır. Bu ceza ise tüm dünya üzerinde Tantalos İşkencesi olarak bilinmiş ve Tantalos sonunda Spil Dağı’ndan aşağı atılarak Hades’e gönderilmiştir. Düştüğü yer, daha sonra bir göl hâline gelecek olan ve günümüzde Bayraklı sırtlarındaki Yamanlar Gölü diye bilinen Tantalos Gölü’dür. Hellen efsanelerinde de kötü bir kral olarak anılan, tanrısal sırları insanlara sunduğu, hatta Pelops’u bile öldürdüğü söylenen Tantalos’u hemşerisi Homeros ise çok daha farklı anlatmış ve yaşadığı acılara dikkat çekmiştir. Tepekule’deki Kral Tantalos’un mezarı kayalık bir zemine oturan silindir şeklinde iki odadan oluşur. Taş gövdesi 29 m. uzunluğundadır ve üzerinde koni şeklinde taçtan bir külâh bulunur. Günümüzde mezarın iç duvarları çöktüğü için, anıtın görünümü dev taşlardan oluşan bir yığıntı gibidir. Tepekule’de İ.Ö.10’uncu yüzyıla tarihlenen, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmış tek odalı bir yapının, döneminin en eski ve en iyi korunmuş Megaron tipi kerpiçten yapılmış bir evin gün ışığına çıkarılmış olduğunu da göreceksiniz. Bunların yanında ızgara plânlı kent dokusu, kale surları, kapı, yol ve cadde kalıntıları ve Antik Çağ’ın ilk çeşmesi de Tepekule’de sizleri bekliyor olacak…”

 

Kahramanlarımız yorucu bir gün geçirmişti. Artık otellerine dönme vakti gelmişti. Belki yolda gelirken gördükleri 1.Kordon’da oturup buz gibi bir birayla yorgunluklarını giderirlerdi. Ama İzmir’de geçirdikleri gün sonunda şunu öğrenmişlerdi. Belki, burası yıllardır duydukları gibi binlerce yıllık bir geçmişe sahip değildi ya da sahipti de korumasını bilememişti. Ama yine de güzel bir kentti. Topu topu 50-60 yıl görünen bir geçmişi olmasına rağmen…

 

Üstelik İncil’de bahsi geçen Yedi Kilise’den biri kesinlikle İzmir’di. (Burada bir parantez açalım ve Yedi Kilise’nin Hıristiyanlığın ilk kiliseleri olarak kabul edildiğini ve kilise sözcüğünün bir yapı ya da binadan çok cemaat anlamında kullanıldığını belirtelim. Diğerleri ise yine İzmir il sınırları içinde bulunan Bergama ve Selçuk ile Akhisar-Thyatira, Salihli-Sardis, Alaşehir-Philadelphia ve Denizli-Laodikeia’dır.)   

 

Sonuçta Bay ve Bayan Brown, belki zaman makinesine binip kendilerine söylendiği gibi kent merkezinde macera ve heyecan dolu tarihsel bir yolculuk yapamadılar. Ama yine de İzmir’in içindeki saklı güzellikleri keşfetmeyi bildiler. Ertesi gün Karşıyaka’ya, Bostanlı’ya, hatta Çiğli’ye kadar uzandılar ve Kuş Cenneti’ne konuk oldular. Takip eden günlerde ise Buca ile Bornova’nın Levanten köşklerini ziyaret ettiler. Taksi şoförünün insafına gelerek dolaştırmaktan son anda vazgeçtiği Güzelbahçe’de gündüz piknik yaptılar, akşam ise nefis bir balık ziyafeti çektiler. Sonra İnciraltı’na gidip arkasından Agamemnon Kaplıcaları’nda yorgunluk attılar. İlk geldikleri gün keşfetmekte zorlandıkları Kemeraltı’nın arka sokaklarında aradıklarını buldular ve büyük bir keyifle kaybolmayı bile başardılar. Tatillerini uzatıp her sabah Pasaport’ta çay, öğlenleri ise Kızlarağası Hanı’nda dibek kahvesi içtiler. Bazı akşamlar Asansör’e uzanıp rakı sofrası bile kurdurdular. Elbette Kadifekale’ye de çıkıp ne yazık ki, hâlen eğri büğrü sokaklardan oluşan ve gün ışığına çıkarılması için amansız istimlâk çalışmaları süren Antik Symrna Tiyatrosu’nun, üzerine ev kondurulmamış basamaklarında dolaştılar. Bununla da yetinmeyip önümüzdeki yıl İzmir’e tekrar gelmeye karar verdiler.

 

Hem belki ikinci gelişlerinde yapımı yılan hikâyesine dönen metro hatları da tamamlanmış olur, kafası biraz olsun çalışan bir yönetici çıkıp denizden daha verimli yararlanmayı akıl eder, Alsancak’tan Göztepe’ye tam 40 dakikada gidebilen tekneler yerine çağdaş ulaşım araçları koymayı, hatta Körfez boyunca yeni iskeleler inşa etmeyi de düşünür ve böylece kahramanlarımız, bir dolu iyi adamla tanışmak zorunda kalmazlar. 

 

Evet, Bay ve Bayan Brown İzmir’i sevmişlerdi. Ama gelecek sefer İzmir’in yakın ve uzak çevresini de keşfedeceklerdi.

 

 

– Ağustos 2008

bottom of page