top of page

İsmiyle Müstesnâ Coğrafya

Adana semâlarında alçalmaya başlayan uçağımız, güneyli rüzgârlarla bir hayli sarsıldıktan sonra Hatay pistine zor teker koyduğunda bir kez daha anladım ki, uçmaktan fena hâlde korkuyorum ben!

 

Kırk küsur yıl önce, toprak reformu niyetine kurutularak birkaç köylüye –daha çok da onların beylerine– devlet eliyle peşkeş çekilen Amik Gölü’nün (zamanında) en derin yerine, 2007’de yaptırılan Hatay Havalimanı, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir çöl gibi uzanan geniş düzlükleriyle karşılıyor beni. Gözlerim kamaşıyor, bakamıyorum bir süre…

 

Iki yıl önce bu meydanı su bastığını, bin yıldır olduğu gibi güle oynaya göle kavuşmak isteyen yağmur sularının tüm pisti dize kadar kaplayıp taştığını hatırlıyorum apronda yürürken. Ve mırıldanıyorum kendi kendime; “doğanın işine karışmayın, onun yoluna taş koymayın, eninde sonunda öcünü alacaktır sizden” diye… Kişisel gezi tarihimde 30 yıl aradan sonra tekrar geldiğim bu topraklar, yani Anadolu’nun kültür, tek tanrılı dinler ve lezzet merkezi Hatay, işte böyle düşüncelerle kucaklıyor beni.

 

İskenderun’un sayfiyesi Arsuz’a doğru yola çıkıyoruz vakit kaybetmeden. Gün akşama dönmek üzere, ama hava hâlâ ateş gibi…

 

Top Boğazı’nı aşıp Belen Geçidi’ne tırmandığımızda, iklim Akdeniz’e dönüyor birden. Köknar, ladin ve ulu çamlarla kaplı yamaçlar. Ve az sonra deniz görünüyor uzaktan: İskenderun Körfezi puslar içinde. Sıcak, nemli bulutlar ise şehrin tam üstünde.

 

Kilometrelerce uzanan kıyısı boyunca, sıra sıra yazlık evlerle ve o evlerin bahçelerindeki mandalina, limon ve arakorya çamlarıyla dolu Arsuz. Kimi bahçelerdeki turunçlar ise önce yeşerip sonra sararıyor ve rengi turuncuya dönerken Arsuz’un havasını tarifsiz kokular kaplıyor. Istisnasız tüm balkon ve terasları serin gölgeleriyle kuşatan begonyalar ile hanımelleri var bir de. Kırmızılı pembeli ve sarılı beyazlı çiçeklerinin baygın mı baygın kokuları, insanın başını döndürüyor.

 

Ancak Arsuz, çiçekli ve meyveli bahçeleriyle olduğu kadar tarihiyle de son derece ilginç bir belde. Burada tarih, kültür ve efsaneler, güzel bir mozaiği oluşturan değerli parçalar gibi iç içe…

 

En parlak dönemini Romalılar zamanında yaşamış olan yörede yapılan kazılarda, bu döneme ait heykeller, sütunlar, lahitler, mezar taşları bulunmuş. Ayrıca antik limanın kalıntıları arasında parfüm şişeleri ile birlikte seramik parçalarına da rastlanmış.

 

Dünyanın en eski kiliselerinden biri olarak gösterilen Maryo Hanna Kilisesi de yine Arsuz’da. Çünkü Hıristiyanlığın ilk yıllarında birçok rahip ve keşiş, Hz. İsa’nın öğretilerini yaymak için Arsuz ve çevresine yerleşmişler. İşte bunlardan biri olan Aziz Hanna, Arsuz’un merkezinde bulunan kiliseyi yaptırmış. Kurucusunun adıyla anılan bu kilise hâlen dahi ibadete açık. 1514 yılında ciddi bir onarımdan geçen kilisede sayısız ikona ile 1600’lü yıllardan kalan, kumaş üzerine yapılmış çok değerli iki adet taş baskı resim de bulunmakta…

 

Arsuz coğrafyasında bir diğer tarihi durak ise Meryem Ana Havuzu kuşkusuz. Beldeye bağlı Hacıahmetler Köyü’ne 8 km. uzaklıkta bulunan bu pınarda, Meryem Ana’nın banyo yaptığına inanılıyor.

 

Halk arasında Seydi adıyla bilinen Hıristiyan inanışına göre; Meryem Ana, Kudüs’ten Efes’e doğru yürürken bu noktada durmuş ve sıcak ile soğuk suyun aynı anda kaynadığı pınarda yıkanmış. Zamanla pınardan çağlayan soğuk suyun kutsallığı, sıcak suyun ise günahı simgelediğine inanılmış. Aynı zamanda Meryem Ana bu bölgeye geldiğinde, oruç da tutmaktaymış. Orucunu açmak için etrafa bakınırken, sudan taşa bir balık atlayıp güneş altında kendi kendine pişivermiş ve Meryem Ana, güzelce karnını doyurmuş.

 

İşte bu yüzden her yıl Hıristiyanlarca 14 Ağustos’ta, Meryem Ana Havuzu’nda ayinler düzenleniyor ve bölge, Hac ziyaretinin önemli duraklarından biri olarak kabul ediliyor.

 

Hıristiyan, Alevi ve Türkmen geleneklerinin günümüzde tüm sıcaklığı ile yaşandığı Arsuz’da, beldenin tam ortasından geçip Akdeniz’e kavuşan dereden de söz etmemek imkânsız. Yemyeşil bir doğanın içinde, nitelikli dinlence mekânlarıyla birlikte sonsuz bir huzur kaynağı bu dere…

 

•••

 

Arsuz’da geçirdiğim kısa tatilim boyunca; Türk, Arap ve Fransız esintilerinden kendine müstesnâ bir lezzet şöleni yaratan Antakya mutfağını yakından izledim. Fazla kilolarıma birkaç fazla kilo daha eklemenin kimseye bir zararı dokunmaz diyerek, önüme konan her tabağı büyük bir iştah ve afiyetle bitirdim. Humus, Abuganuç, Oruk, Sarmaiçi ve Katıklı Ekmek’in tadına doyamadım. Bir yandan Taze Zahter Salatası’nı kaşıklarken, diğer yandan da Semirsek, Aşur ve Lahmi Le Varka’ya saldırdım. Mortedella, Şıh ül Mıhşi ve Maklube karşısında hayretler içinde kaldım. Çayın yanında Kahke ve Kümbe, kahvaltıda Carra Peyniri ve Sürk ile damağımı şenlendirirken, günün değişik saatlerinde Kaytaz Böreği’ni ve elbette Künefe’yi unutmadım. Sonra yöresel adıyla Kaya Balığı denen Lagosları löp löp mideye indirdim. Arada ev yapımı, buz gibi meyve şuruplarıyla serinledim. Ve her gün, fincan fincan, çifte kavrulup Antakya usulü pişirilen, espresso kıvamındaki koyu ve sâde kahveleri acı acı höpürdettim. İzmir’de denemeyi göze aldığım bazı lezzetlerin ise malzeme listelerini bile edindim. Tariflerini güzelce aklıma yazıp ezberledim. Böylece sıcak (tuzlu) denizlerin ve sıcak (tatlı) insanların memleketi Hatay’da –sevgili Zeynep’in harika konukseverliği sayesinde– bugüne kadar yaşadığım en lezzetli tatilimi geçirdim.

 

Sonra bol bol okudum ve kara kaplı defterimi açıp çok çok yazdım burada. Geçmiş Zaman Eki kitabım için yeni metinler düşürdüm kalemimden. Şu anda okumakta olduğunuz bu yazıyı ise Yürüyüş Yolları adlı dosyama ekledim.

 

Nöroloji profesörü olmasına rağmen tarih, coğrafya ve edebiyatla da yakından ilgili ve yetkin (bacanağım) İsmet’in, “Devletten Millete HATAY DEVLETİ Bir Sadakat Öyküsü“ (Hatay Valiliği Yayını, 2011) adlı müthiş kapsamlı ve değerli kitabından sonra yeni projesi olan ve adını şimdilik “Herkes İçin Genel Kültür“ olarak koyduğu kitabına elimden geldiğince katkıda bulunmaya çalıştım bir de. Kitap üzerine yaptığımız sohbetlerin ya da kitapta yer bulmasını istediğimiz ilginç konuların heyecanı ve lezzeti, şimdi hâlâ zihnimdedir benim.  

 

•••

 

İsmiyle müstesnâ meselesine gelince…

 

Anadolu’nun bilinen en eski uygarlığı Hitit’lerin Hata adlı bir şehri varmış bir zamanlar. İnsanları mutlu, çalışkan, güler yüzlü ve akıllıymış bu şehrin. Yaptığı tarih araştırmalarında ve okumalarında ilgisini çekince, aynı kökten bir isim türetmiş bu coğrafya için Atatürk. İçinde kendi soyadının ilk hecesinin de bulunduğu ve adını bizzat yine kendisinin koyduğu tek vilâyet olan Hatay ismi, böyle doğmuş işte.

 

Doğar doğmaz da Türkiye’ye bağlanmış sıkı sıkıya, derinden ve gönülden…

 

 

– Temmuz 2013

bottom of page