top of page

Sevgilim Paris

Boeing 737’nin tekerlekleri yerden kesildiğinde, en büyük hatam, Eda gibi pencereden dışarı bakmak olmuştu. Birkaç dakika sonra dışarıda, aşağıda bir yerlerde İstanbul haritasını gördüğüm an, bunun, ne büyük bir hata olduğunu anlamıştım. Ama iş işten geçmişti bir kere. Daha önce de benzer bir deneyim yaşamış olmama rağmen, uçuş korkumun beni bırakmadığı belliydi: Yaklaşık üç saat boyunca, ilk seferinde olduğu gibi bırakın yerimden kalkmayı, kemerimi bile çözmeden, bembeyaz bir suratla uçacaktım.

 

Akşam saatlerinde Charles de Gaulle’e indiğimizde / bana göre ise inebildiğimizde pırıl pırıl bir hava karşıladı bizi. İlk defa yabancı bir gökyüzünün altındaydık işte. İçimizde tuhaf bir sevinç...

 

Otele (İbis Berthier) yerleştiğimiz gibi kendimizi Clichy Meydanı’nda bulduk. Hava kararmadan, otelimizin bulunduğu bölgeyi şöyle bir tanımak ve bir şeyler yiyebilmekti amacımız. Güneşin batmasına rağmen, dünyanın bu enleminde / mevsiminde havanın 22’den önce kararmadığını ise bilmiyorduk henüz. Paris bize ilk sürprizini yapmıştı.

 

İkinci sürpriz ise Leon’un büyük porsiyonları ile midemizi tıka basa deniz kabukluları ile doldurduktan sonra, otele dönerken ansızın bastıran yağmurdu. İyi ıslanmıştık. Ama ayakkabılarımızda tek bir çamur lekesi bile yoktu. Sabah kalktığımızda, ayakkabılarımız sanki güzelce yıkanmış ve sonra da kurumuştu.

 

•••

 

Filiz Akın’ın gençliğine benzeyen, aristokrat tavırlı rehberimiz eşliğinde yaptığımız kısa şehir turunun ardından, sanki kırk yıllık  Parisli gibi, kendimizi emin adımlarla sokaklarda dolaşırken bulduk. Gittiğimiz yönden, hiçbir kuşkumuz yoktu. İşte şu köşeyi dönünce biraz daha yürüyecek ve Louvre Sarayı’na ulaşacaktık. Ama tahmin ettiğiniz gibi, kaybolduk!

 

Neyse ki metroyu çözmek, fazla zamanımızı almadı. Kabul etmeliyim ki, bunda, benim gibi sokaklarda yürüyerek yönümüzü bulmak istememin tersine, Fransızca konuşmayı bile yeğleyerek yardım isteyecek kadar girişken olan Eda’nın etkisi var.

 

Ama ya Paris insanı şaşırtıyor ya da ben onu şaşırtmaya çalışıyorum. Ve Louvre’da, galeriler arasında koşuşturarak geçirdiğimiz yarım günün ardından, otele dönüş yolunda ısrarla metroya binmek istemeyerek bir kez daha kendimizi kaybetmeyi iftiharla başarıyorum. Aferin bana. O günden sonra ise yeri geldiğinde metronun en hatırlı yolcularından biri olacağımı çok iyi biliyorum. Ve metroyu karmaşık bulanları bir türlü anlamıyorum. Oysa ne büyük rahatlıktır Paris’te metroyla bir yerden bir yere gitmek!.. (Bunu; gezimizin son günü, metroyla olmasa bile tıpkı metro gibi uzun bir süre yerin altında seyreden RER trenleriyle Versay Sarayı’na gidip de dönebilmiş bir insanın rahatlığıyla söylüyorum.)

 

Yine de ertesi gün Sacré Coeur’e metroyla ulaştıktan; muhteşem kilisenin beyaz yapı taşlarının güzelliğine bakarken yansıyan güneşte gözlerimiz kamaştıktan; Afrikalı bir gencin bildiği bütün Türkçe sözcükleri sürekli tekrarlayarak ve Dünya Kupası’nda asıl memleketi olan Kamerun’u nasıl yendiğimizi ballandıra ballandıra anlatıp bir yandan da Eda’nın bileğine büyük bir ustalıkla ördüğü bilekliği sıkı bir pazarlıkla satın aldıktan; ve Ressamlar Tepesi’nde soluklanıp da birer kahve içip tekrar metroyla Eiffel yakınlarındaki İnvalides’e gittikten sonra, biz yine yürümeye başladık: Eiffel, Champs Elysees, Grand ve Petit Palais, Concorde, Opera Meydanı derken Clichy’deki otelimize kadar yürüdük ve inanır mısınız hiç kaybolmadık!

 

Ben en baştan beri hep söylerim zaten: Bir kenti tanımak için yürümek gerekir. Bir-iki kaybolursunuz ama sonunda öğrenirsiniz. Üstelik yürüyerek, kendinizi günlük yaşamın bir parçası olarak da görürsünüz. İnsanları, binaları, parkları, sokakları daha yakından tanırsınız. Gökyüzünü ve güvercinleri hiç unutmazsınız.

 

Bu kentten döndüğünüzde ise belki gereğinden fazla yorulmuşsunuzdur ama, o kenti bir daha asla unutmazsınız. Çünkü o kenti sadece gezmekle kalmamış, o kenti yaşamışsınızdır. Parklarında oturmuş, sakinleriyle konuşmuş, kuşlarına yem vermiş, sıradan bir kentli gibi bakkalından alışveriş yapmışsınızdır.

 

Eğer siz de herhangi bir kente, benim gibi bu açıdan bakıyorsanız, inanın ki sadece o kenti görmüş sayılmazsınız: O kenti biliyorsunuzdur artık. (Ben Paris’i biliyorum.)  

 

Şimdi o kent, sizden uzakta yaşamayı seçmiş bir dostunuzdur. Onu özler ve ilk fırsatta yeniden görmek istersiniz. Giderek farkına varırsınız ki, sadece birkaç günlüğüne misafiri olduğunuz o kent de sizi özlemiştir. Gelip sizi görmek ister. Gece olduğunda düşlerinize girer.

 

Benim için Paris, işte o kentlerden biridir. Tekrar buluşuncaya kadar da, düşlerime girmeye devam edecektir.

 

 

– Mayıs 2003 / Şubat 2005

bottom of page