top of page

Ada

Yıllar önce, Yunanca bir dergi geçmişti elime. Sayfalarını karıştırırken ve yazılarını anlamadığım için sadece resimlerine bakmakla yetinirken, harika fotoğraflarla karşılaşmıştım. Rudolf Nureyev’in evine aitti gördüklerim. Güneşli bir terasta oturuyordu ünlü balet. Önünde soluk kesici bir gökyüzüne eşlik eden bulutlar. Aşağıda deniz… İnsanın ömrü uzar burada diye düşündüğümü ve mavi hayâllere daldığımı hatırlıyorum içimden, derin derin iç çekerken.

 

Gördüklerimden o kadar etkilenmiştim ki, peşini bırakmadım sonradan. Uzun sıçramaları ve hızlı dönüşleriyle bale dünyasında kendine has bir yer edinen Nureyev’in izlerini adım adım takip ettim. 1961’de, Kirov Balesi ile çıktığı Paris turnesinde iltica talebinde bulunmuş, ardından uzun yıllar boyunca Avrupa’nın çeşitli sahnelerinde hiç yorulmadan dans etmişti Tatar asıllı Rus ya da Sovyet balet. 1982’de Avusturya vatandaşlığında karar kılmış, Ege Denizi’nde küçük bir adaya sahip olmuş ve o adada yaşamaya başlamıştı zaman zaman. Gördüğüm fotoğraflar o adada çekilmişti işte. Ancak ne yazık ki, ömrü uzamamıştı Nureyev’in. Yıllarca mücadele ettiği AIDS’e yenik düşmüştü 1993’te. Öldükten sonra ise bir otele dönüştürülmüştü sığınağı. Klasik mobilyaları, duvarlarında hatıraları, kişisel eşyaları, afişleri, fotoğrafları ve muhteşem terası ile birlikte…

 

•••

 

Ege Denizi’nin ortasında değilse de başka türlü bir adadayım bu hafta sonu. Nureyev’in terası gibi bir terasta, onun baktığı manzara gibi bir manzara karşımda; Kuşadası’nda.

 

Hava sabahtan kapalıydı. Gri bulutlarla kuşanmıştı puslu Ege. Şimdi ise kış güneşi gösterdi sıcak yüzünü, sisler dağıldı. Limon gibi yumuşacık artık gökyüzü. Deniz ise koyu mavi. Sessizce salınıyor aşağıda. Son derece davetkâr, ferahlatıcı ve elbette serin. Oysa denizle pek aram yoktur benim. Yüzmesini de pek bilmem hani!..

 

•••

 

Kızımla eş sesli olması bir yana, Kuşadası aslında çok öznel bir coğrafya. Bir anılar denizi; aklımda geçmiş zamanların mutlu izleri… 

 

Ama yeri gelmişken, Eylül Ada’nın isim kaynağını da açıklamalıyım artık. Sanırım, 2000’li yılların o popüler Tv dizisi ile pek ilgisi yok kızımın. Hiç izlemedim çünkü, bilmem. Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikâyesi dörtlemesi de öyle: 2004’de bu koca destan tamamlanmamıştı bile. Belki Buket Uzuner’in o kumral roman kahramanına yakın durabilir Eylül Ada. Hatta Livaneli’nin aynı adlı albümüne. Ama asıl kaynağı bulmak için 16’ncı yüzyıla kadar inmek gerekir. Hümanist düşüncenin babası Thomas More’un (1478-1535) Ütopya adlı kitabı, bize her şeyi açıklayacaktır. Çünkü Ütopya, hayâli bir adada son derece mutlu, kusursuz bir düzen içinde ve idealleri doğrultusunda yaşayan bir halkı anlatır. Eylül Ada’nın adı, işte bu kitaptan gelir. 

 

•••

 

70’lerin sonunda, kendi hâlinde bir sahil kasabasıydı Kuşadası. Avuç içi kadar limanı, küçücük çarşısı, pırıl pırıl denizleri ve adını aldığı Güvercinada’sıyla pastoral bir kartpostal tadındaydı. Sonraki on yılda hızlı bir değişim başladı. 90’larla beraber ise bu değişim çarpık bir kent yarattı. Yine de bundan yirmi yıl önce hâlen dahi güzeldi Kuşadası. Tüm koyları ve upuzun sahilleri henüz dolmamıştı. Misâl, merkezin hemen yanı başındaki Kadınlar Denizi’ne asfalt bir yolla ulaşılırdı ki, bu yol tekinsiz ve ıssızdı.

 

Bir güz, bir kış ve bir bahar yaşamıştım burada. Fakültede öğrenciyken, her cuma son dersten sonra soluğu Kuşadası’nda alır, pazartesi sabahları ise geri dönerdim okula. Çok gençtim, heyecanlıydım ve en önemlisi de tutku dolu ve romantik bir âşıktım.

 

Birlikte olduğumuz gecelerde, hiç üşenmeden şömineyi yakmaya çalışır, ama her defasında elektrikli sobamızın kızıl ışıltısına sığınır ve sıcaklığı birbirimizde arardık. Bacası çekmezdi çünkü, tıkalıydı kahrolası… Mevsim dönüp de ilkyaz geldiğinde ise uzak ve yakın koylarda buluşur, denizi tutuştururduk ucundan. Öğleden sonraların en sıcak anlarında ve serin akşamlarda tatlı hayâllere dalar ve tekrar tekrar kavuşurduk onunla… Güzeldi Kuşadası o zamanlar, özeldi. Ya da biz öyleydik sadece. Gençliğin verdiği coşku, umut ve hazla yaşadığımız yeri güzelleştirip özel kılardık belki de…

 

•••

 

Güneş içimi ısıtmaya (yakmaya mı demeliydim) devam ediyor. Sâde kahvemin yanında Fransız konyağını yudumlarken, sırtımı şehre verip denize bakıyorum. Sadece denize… Çünkü arkamda beton yapılar, estetikten yoksun siteler, tıraşlanmış tepeler ve o tepelerde yükselen çok katlı bloklar var, biliyorum. Hatta uydukentler… Ve Kalamaki yolunda yazlık konutlar sıralanıyor birbirinin peşi sıra. Eskiden meyve ağaçları, üzüm bağları ve sebze bostanlarının olduğu yerde. Ama deniz, aynı deniz işte: Sakin, sessiz, sağaltıcı ve derinden.

 

Bir arkadaşım, “aynı güzellikte kalan bir yer olduğunu bilmek güzeldir” demişti geçenlerde. Kuşadası için bunu dile getirmek, pek de mümkün görünmüyor kuşkusuz. Bodrum, Çeşme gibi burası da “büyükşehir” oldu çoktan. Oysa doğal güzelliklerinin yanında antik miraslarımıza yakınlığı ile de benzersiz özelliklere sahip Kuşadası. Ekonomik büyümeyi nüfusla, gelişmeyi ise yapılaşmayla bir tuttuğumuz sürece, Anadolu hızla tükenecek ve bizler anılarımızda yaşamaya devam edeceğiz bence…  

 

 

– Şubat 2013

 

bottom of page