top of page

20 Yıl Önceki Troya'dan 20 Yıl Sonraki Assos'a

Daha önce de yazmıştım; babamla birlikte çıktığım okul gezilerinde, daha doğrusu Anadolu turlarında büyüdüm ben.

 

Henüz on iki yaşındayken keşfettiğim ve Ege’nin kuzeyindeki Çanakkale’den güneyindeki Bodrum’a kadar uzandığımız gezinin ise bende ayrı bir önemi vardır. Çanakkale Şehitliği ile birlikte, Namık Kemal’in zindanlarında kabul edildiği Gelibolu’dan başlayan bu gezimizde; yedi defa yıkılıp hiç yılmadan yine yedi defa üst üste ve otuz üç katman birden kurulan Troya’yı ve komşusu Assos’u görmüş; sonra İda’dan (Kaz Dağları) aşağıya bir kuş gibi süzülüp Edremit, Akçay ve Ayvalık’ta uzun uzun soluklanmış, arkasından Bergama’yı dolaşmış ve İzmir’e ulaşmıştık. Toplam bir hafta sürecek gezinin kalan kısmında Kuşadası, Selçuk, Efes, Bafa ve Bodrum vardı ki, tüm bu rotalar kişisel gezi tarihim açısından benim için “ilk” olma özelliğini taşırlar.

 

1982’den bugüne, bu coğrafyayı adım adım kaç defa turladım, bilmiyorum. Ama 2002’deki Assos’a kadar çıktığımız son gezimiz, dün gibi aklımdadır.

 

•••

 

Eşim ile plânsız programsız bir keşif özlemi içindeydik. Yıllık izinlerimizin son günleriydi. Bodrum’da bir hafta boyunca konaklamış, yan gelip yatmış, kulaç kulaç yüzmüş, okuyup yazmış, bol bol yemiş içmiş ve İzmir’e döndüğümüzde iyice dinlenmiştik. Bu yüzden içimiz kıpır kıpırdı. Dinlenceden sonra biraz hareket ikimize de iyi gelecekti.

 

Eda, Assos’u hiç görmemişti. Ben göreli ise tam yirmi yıl olmuştu. Tekrar gitmek ya da ilk defa keşfetmek, ikimiz için de iyi fikirdi.

 

Sabah olduğunda çantalarımızı sırtlamış ve yola koyulmuştuk bile. Herhangi bir rezervasyonumuz yoktu, programımız yoktu. Sadece önümüzde dolu dolu üç günümüz vardı. Gönlümüz nasıl isterse oraya gidecek ve orada uyuyacaktık.

 

İzmir’den bindiğimiz otobüs, İda’nın doruklarına yakın şirin Ayvacık’ta bizi bıraktığında vakit daha öğlen olmamıştı. Ve ilk minibüsle yarım saat bile sürmeyen bir yolculukla Assos’a varacaktık.

 

•••

 

Tıpkı yirmi yıl önceki gibi, 14’üncü yüzyıla tarihli Osmanlı köprüsünün üzerinden geçerek Assos’a ulaşıyoruz. Sönmüş bir volkanın eteklerinde, andezit kayalıkların tepesinde Assos göründüğünde, geçen yirmi yıl boyunca bir şeylerin değişmiş olduğunu hemen fark ediyorum. Evet, küçük köy meydanı hâlen yerli yerinde duruyor. Ama taş evler aslına uygun bir şekilde onarılmış, zamanın kırıcı izleri silinmiş ve ortaya hayat dolu bir yerleşim çıkmış. Hatta köye giden yol üzerinde, geniş bahçelerinde yüzme havuzları bulunsa da yöre mimarisine uygun olmasına özen gösterilmeye çalışılarak inşa edilmiş taş villalar dahi var.

 

Oysa çok değil, yirmi yıl önce ıssızdı buraları. Kesme taş sokakları boş, insanları yalnızdı. Sadece bir avuç maceracı gezgin; tepedeki Athena Tapınağı’nı görmeye gelir, elini uzatsan tutacakmışsın gibi yakın duran, gece olduğunda ışıkları seçilen ve sanki karşı balkondaki komşusu gibi göz kırpan Lesbos’a (Midilli) barış dolu bir selâm yollar, sonra köy merkezinden 236 m. aşağıdaki antik limana ve limandaki taştan yapılma boş antrepolara şöyle bir bakar ve çekip yoluna giderdi. Çünkü yaklaşık yüz yıllık bir aradan sonra Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu önderliğindeki arkeolojik kazı çalışmaları daha yeni başlamıştı (1980) ve özellikle İstanbullular henüz bu coğrafyadan habersiz sayılırlardı.

 

Şimdi ise Assos sakinlerinin yüzü gülüyor. Köy kadınları dağlardan topladıkları mis kokulu kekik demetlerini, kendi elleriyle kurdukları turşuları, kardıkları tarhanaları, açtıkları yufkaları, kestikleri erişteleri, güneşte kuruttukları domates ve biber salçalarını, binbir meyvenin özünü taşıyan reçellerini ve elbette zeytinlerini ve onların altın sarısı yağlarını, el dokuması renk renk kilimlerini ve göz nuru iğne oyalarını gelen konuklara sunuyor. Evlerinin bir kısmını pansiyon hâline getiren bu insanlar turizmin nimetlerinden geç de olsa yararlanmasını biliyor.

 

Assos günümüzde aslında Behramkale olarak anılıyor. Köy meydanındaki kahveye oturup çaylarımızı yudumlarken, çantamdaki rehber kitabımdan şu satırları okuyorum:

 

“Leleg, Thrak, Mysia, Aiol, Bithymya, Gargara, Lydia, Ionia, Pers, Galya, Roma ve Osmanlı kavim ve uygarlıklarının izlerini taşıyan Assos, kuzey ve güneyde kayalık, dik yamaçlı bir tepenin üzerine ve eteklerine kurulmuştur. Denizden 236 m. yüksekliğindeki tepenin çevresi, 3200 m. uzunluğunda ve 20 m. yüksekliğinde surlarla çevrilidir. İç ve dış olmak üzere iki ayrı surdan oluşan bu koruma sistemi yuvarlak ve kare kulelerle desteklenmiştir. Osmanlı döneminde de onarılan surların iki asıl, yedi de küçük kapısı bulunmaktadır. Surların duvar teknikleri birbirinden farklı işçilik göstermektedir ve İ.Ö.6’ncı yüzyılda yapıldığı bilinmektedir. Günümüze iyi durumda ulaşan surların çoğunluğu ise Hellenistik dönemde yapılmıştır. Assos antik kentinin kalıntıları başta liman olmak üzere geniş bir çevreye yayılmıştır.”

 

•••

 

Assos konaklama açısından farklı alanlarda, farklı seçenekler sunuyor. Eğer denizden de yararlanmak istiyorsanız, köye geliş yolundaki Kadırga Koyu’nda çok sayıdaki otelden birini seçebilirsiniz. Köy merkezinde ise otantik pansiyonlar sizi bekliyor.

 

Biz ise antik limana inmeyi tercih ediyoruz. Eski antrepoların restore edilmesiyle kazanılan taş oteller, gözümüze daha çekici görünüyor. Üstelik küçük sahili boyunca sıralanan balık restoranları da akşam yemeği için son derece davetkâr…

 

Köyden limana doğru bir solukta inerken, ören yerinin kalıntılarını, Ege Denizi’ne nâzır muhteşem tiyatrosunu (ki bildiğim kadarıyla böyle bir manzaraya sahip tiyatro yapısı, sadece; İzmir Kadifekale eteklerinde gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen Symrna, Bodrum ve günümüzde suları çekilse de bir zamanlar nasıl olduğunu düşlemesi bile yeten Efes tiyatrolarıdır) keşfetmeyi ise yarına bırakıyoruz. Önce uyuyacak bir yer ayarlamak lâzım.

 

Antik limana bakan küçük bir butik otelde yer buluyoruz. Fazla bir beklentimiz yok. Sadece iki gece kalacağız. Bu yüzden odanın küçüklüğünü dert edecek değiliz. Üstelik balkonu, neredeyse denizin üstünde...

 

Akşam, kor haline gelmiş kıpkırmızı bir top ufukta santim santim erirken, sıra sıra balık lokantalarından birine oturuyoruz. Eda’ya her zamanki gibi beyaz şarap, bana bir ufak geliyor. (Bunca yıllık evliyiz, bizim hanıma daha bir kadeh olsun rakı içirebilmiş değilim.) Ve Ege ile daha sabah vedalaşmış nefis çipuraların yanında zeytinyağında terbiye edilmiş çeşit çeşit otlar ile mükellef bir ziyafet çekiyoruz. Yemekten sonra, elimizde dondurma külâhları avuç içi kadar sahilinde dolaşıyor, mendireğe kadar yürüyoruz. 19’uncu yüzyılda yapılan bu mendireğin bazı taşları Antik Çağ’daki eski mendirekten kalma. Biz de bu taşların üzerinde oturup yıldızları saymaya çalışıyoruz. Elbette saya saya bitiremiyoruz…

 

•••

 

Sabah gün doğarken, balkona çıkıp derin derin nefes alıyorum. Ciğerlerime kekik doluyor. Dünyanın en bol oksijenine sahip bu bölgesinde insanın mutsuz uyanması imkânsız. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile denize açılmak üzere olan iki takaya el sallıyorum.

 

Sıkı bir kahvaltıdan sonra köy merkezine çıkıyoruz. Amacımız, antik ören yerini adım adım dolaşmak ve Assos’un koruyucu tanrısı Athena’nın izini sürmek. Zeus’un kızı ve Olimpos’un 12 yüce tanrısından biri olan Athena dışında Hermes, Tykhe ve Asklepios’un da bu topraklarda son derece saygı gördüğünü bildiğimiz için, onlardan da bir iz bulmak ya da içten gelen bir ses duymak arzusundayız.


İ.Ö.387 yılı, Assos’un tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş. Uzun süren savaşların ardından gerçekleşen Antalkidas Antlaşması, aslen tüccar olan Eubolos’u krallığa kadar taşımış. Ancak bir süre sonra hizmetkârlarından Hermaios onu öldürerek yönetimi eline geçirmiş. Yeni kral, felsefeye meraklı bir muhteremmiş. Zamanında Platon ve Aristoteles’den dersler bile almış. Krallığını ilân ettikten sonra ilk icraatı da eski hocası Aristoteles’i kente davet etmek olmuş. İ.Ö.348’de daveti kabul ederek Assos’a gelen ve burada tam üç yıl yaşayan, hatta kralın yeğeni Pythias ile bir izdivaç da gerçekleştiren ünlü filozof, sonuçta Assos’un bir felsefe merkezi hâline gelmesini sağlamış.

 

Lisans ve yüksek lisans yıllarımda estetik üzerine kuramlarıyla epey uğraştığım, sadece felsefenin değil, tiyatro ve şiir sanatlarının da gelişmesine düşünceleriyle yön vermiş Aristoteles’i bu kadar yakınımda hissetmek, değişik duygular içine girmeme yol açıyor: “Siyah ile beyaz arasında başka renkler de vardır. Gri ise bunlardan biridir.”

 

•••

 

Özellikle Bizans ve Roma döneminde büyük gelişim gösteren Assos’un Agorası’nda dolaşıyoruz. St. Paul ile St. Lukos’un kenti ziyaret etmesi, Anadolu’da Hıristiyanlığı ilk kabul eden kentler arasında Assos’un da bulunmasını sağlamış. Kent merkezinin tam ortasında yer alan Agora’da da bu etki açıkça görülüyor. Örneğin Agora’nın batı kanadında küçük bir tapınak bulunuyor. Bu yapı İ.S.5’inci yüzyılda kiliseye çevrilmiş. Doğusunda yer alan Bouleterion yani bir anlamda yönetim binası ile güney ucundaki hamam kompleksinde de Hıristiyanlık adına yeniden yorumlamalar, ufak tefek değişiklikler yapıldığını görmek mümkün. Aynı şekilde Gymnasion’da da benzer etkiler söz konusu…

 

Sonunda bir zamanlar Athena Tapınağı’nun bulunduğu Akropol’e varıyoruz. Günümüzde sadece birkaç sütunu ayakta duran bu tapınak ve bize sunduğu manzara nefesimizi kesiyor. Kuş bakışı Edremit Körfezi’ni gören bu tepede, sütunların arasına çöküyor ve çantamdaki kitabımı açarak tapınak hakkındaki şu satırları okuyorum:


”Assos Akropolü’nün en üst noktasında, kuzey-batı, güney-doğu yönünde yer alan Athena Tapınağı, İ.Ö.6.yüzyılın ortalarında yapılmış olup, Arkaik devrin en güzel örneklerinden biridir. Bu tapınak, Anadolu’da bulunan en eski Dorik tarzdaki tapınakların başında gelir. Zeus’un kızı ve 12 Olimpos Tanrısından biri olan Athena adına yapılmıştır. Athena, babası Zeus’un kafasından başında miğferi, elinde mızrağı ve kalkanı ile doğmuş bir savaş tanrıçasıdır. El işçiliği ve el sanatlarını koruyan tanrıça olarak da bilinir. Mitolojiye göre kadınlara dokumayı o öğretmiştir. Assos ve çevresindeki halı ve kilim dokumacılığı, gelişmesini belki de Athena’ya borçludur. Athena Tapınağı, henüz Arkaik Çağ sürerken, Anadolu’da dor üslubunda yapılmış tek örnek olması ve kabartmalı frizlerinin bulunması nedeniyle büyük önem taşımaktadır. İki basamaklı bir krepis üzerindeki tapınak dikdörtgen plânlıdır. Kısa kenarlarında altışar, uzun kenarlarında ise on ikişer sütun bulunmaktadır. Sütunların oturduğu kaideler 30.31x14.03 ölçüsündedir. Tapınak Pronaos ve Naos’tan (kutsal oda) meydana gelmiştir. Pronaos’da iki sütun yer almaktadır. Naos’da ise tanrıça heykelinin bulunduğu bir kaide vardır. Buradaki taban döşemesinde, siyah-beyaz mermer parçalarından yapılmış bir mozaik ortaya çıkarılmıştır. Tapınağın, Hellenistik dönemde yapılmış frizlerine dayanılarak İ.Ö.525’de tamamlandığı sanılmaktadır. Frizler üzerinde mitolojiden alınma konular işlenmiştir. Günümüzde bu kabartma friz parçalarının bir kısmı Boston Müzesi’nde, bir kısmı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, 1985’de bulunan son parçalar ise Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.”

 

•••

 

Sırtımızı sütunlara dayayıp uzun uzun oturuyor ve bu ruhâni alandan hiç ama hiç ayrılmak istemiyoruz. Neden sonra acıkan karnımızdan gelen seslere daha fazla dayanamayıp limana doğru inişe geçmek zorunda kalıyoruz. Agora’nın batı kapısından çıktıktan sonra aşağı doğru inen taş döşeli yol, kestirmeden bizi limana ulaştıracak. Ama yolumuzun üzerinde, dün tâli yoldan limana giderken başka bir açıdan gördüğümüz tiyatronun bulunduğunu unutuyoruz. Açlık elbette bekleyebilir!

 

Yüzünü denize dönmüş olan tiyatro, doğal bir kaya oyuğuna inşa edilmiş. İ.Ö.2’nci yüzyıla tarihli bu yapının, 20’nci yüzyıla kadar çok iyi korunduğu, ancak geçen yüzyılda bir anda harap duruma geldiğini yazıyor kaynaklar. Nedeni depremler mi, savaşlar mı, yoksa yapının ömrü mü bu kadardı, kesin bilinmiyor. At nalı şeklinde olduğu aşikâr, ama toplam 36 oturma sırası artık belli belirsiz...  

 

Batı Nekropolü’nden geçerken, adımlarımızı biraz daha özenle atmaya dikkat ederek ören yerinden ayrılıyoruz. 

 

•••

 

Assos’taki son günümüz... Öğlen saatlerinde yola çıkacağız. Dönüş yolunda İda’nın keskin virajları ve bol rampaları yerine, deniz kıyısınca ilerleyen ve yukarıdan gelen dağ yoluyla Küçükkuyu’da birleşen rotayı takip edeceğiz. 

 

Assos’u bırakıp gitmek çok zor gelse de; başka coğrafyalarda farklı keşiflerin bizi beklediğine olan inancımız tam yine de...

 

 

– Kasım 2008     

bottom of page