top of page

Yüksel Yurteri ile Yerli Malı Haftaları

 

Eylül Ada ile “baba-kız” birlikte kaleme aldığımız ve 2013’ün Nisan ayında yayımlanan Kumbara adlı kitabımızda, Yerli Malı Haftası’nı şöyle anlatmıştık:

 

Babam diyor ki,

Yerli malı kalmadı artık yurdumuzda

Yediğimiz, içtiğimiz ne varsa

Ve üzerimize giydiklerimiz bile

Hepsi yabancı marka

 

Ne yapmalı, ne etmeli?

Güzel yurdumuzun değerini

Nasıl geri getirmeli?

 

Biz çocuklara düşüyor o görev

Bu bilinçle yetişirsek eğer

Çalışırsak hiç durmadan

Ve yorulup üşenmeden

Yerli malları yine çıkar elbet

Saklandıkları yerden

 

Mutluluk mu yoksa övünç kaynağı mı olmalı bilemiyorum ama, bizler yerli malının ne anlama geldiğini öğrenerek büyüdük. Evde, sokakta ve okulda yerli malına methiyeler düzdük. Belki biraz zorlamaydı söylemlerimiz; “yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı” ve içi boştu sanki. Çünkü her şey yerliydi zaten, yabancısı yoktu ki?!. Gıdadan giyime ya da iğneden ipliğe yurdun malıydı tüm üretim eskiden. Ve 20’nci asrın başında toplu iğneyi bile kendisi yapamayan bir devletin ya da milletin torunları olduğumuzdan, konu yerli malı ise bunu fazlasıyla önemserdik.

 

Yerli malı haftalarını coşkuyla kutlardık ilkokulda. Canımın içi öğretmenim Yüksel Yurteri, şenlik yerine çevirirdi sınıfımızı. Tüm arkadaşlarım farklı bir ürünü tanıtır, öğretmenimizin kendi elleriyle hazırladığı tacı başında, ürünüyle ilgili mânisini söylerdi heyecanla. Arkasından da herkes yanında getirdiği bu “yerli mallarını” paylaşırdı sınıfla. Giderek bir parti havasına bürünen etkinlik, danslarla sürer ve bizler acayip eğlenirdik.

 

Ben, ilkokul boyunca hep kabuklu yer fıstığı olmuştum. Annem çerezciden değil, pazardan alırdı çiğ fıstıkları. Onları güzelce tuzladıktan sonra, Gönen’de “maşınga” denen ve hemen hemen tüm evlerde bulunan kuzinenin fırın gözünde tam kararında kavururdu benim için. Işte bu fıstıklardan getirirdim yanımda birkaç avuç. Sonra da yine Yüksel Öğretmenimin yazdığı mâniyi okurdum: “Fıstıktır benim adım” diye başlardı. Ama gerisini şimdi unuttum.

 

En gözde ürün ise muzdu elbettte. Yılda bir kere, sadece yılbaşı sofralarımızı süsleyebilen bu meyve, son derece pahalı ve ulaşılmaz gelirdi bize. Sınıfımızın en zengin çocuğu muz olurdu bu yüzden. Ne yalan söyleyeyim, gıpta ile bakardım ona.

 

1983 yazında, İç Anadolu’dan (Konya, Nevşehir, Kayseri) başlayıp ve arkasından güneye inip tüm Akdeniz’i (Hatay, Adana, Mersin, Antalya, Muğla) kıyı kıyı dolaştığımız bir gezi düzenlemişti babam. Çoğunluğu öğretmen ailelerinden oluşan bir otobüs dolusu insanla karış karış gezmiştik, yaklaşık üç hafta boyunca yurdumuzun yarısını. Yolumuz Anamur’dan geçerken bir muz bahçesine de konuk olmuştu kafilemiz. İşte o bahçeden alıp Gönen’e taşıdığımız birkaç hevenkten oluşan muz kütlesi, o güne kadar bir arada gördüğüm ve evde karpit yardımıyla olgunlaşmasını sağladıktan sonra afiyetle tükettiğim unutulmaz bir tat, doygunluk ve deneyim olmuştur benim için.

 

Oysa bugün, alıp tüketmesi kolaydır muzu. Pahalı değildir. İthalleri sabun tadında olsa da yerlisi (eğer bulunabilirse elbette) lezzetlidir. Ama benim çocukluğumun en gözde meyvesine pek elini sürmez Eylül Ada. Vitamin, protein ve potasyum zengini olduğundan ancak bizim zorumuzla yer. Ananas, kivi ve mango gibi diğer tropikal meyvelerdir çünkü kızımın favorisi. Ki bu ithal lezzetlerin bırakın tadını, adını bile bilmezdik biz çocukken…

 

Çok değil sadece son 25 yıl içinde ithal cennetine döndü yurdumuz. Ama dünyanın farklı yerel lezzetlerine ya da markalarına karşı durduğum da sanılmasın sakın. Yerlisinin tükenmesi ve hor görülmesidir çünkü benim asıl derdim. Sokaklarda yürürken karşılaştığım tüm tabelâların yabancı olması ve üstelik yerli üretim olsalar bile kendilerine “ecnebi” adlar yakıştırıp koymalarıdır beni en çok üzen. Öte yandan bu yabancı marka hayranlığı bir yana üretimin hammaddesi bile ithal artık günümüzde. Geçenlerde başbakanın buyurduğu gibi milli içkimiz olarak ayranı kabul etmek istesek de ayranı yapmak için sütü verecek inekler Hollandalı, koyunlar Bulgar ve ayranlık süt tozu ise Amerikan malı…

 

Bana okuma yazmayı öğretip beni bir anlamda “okur-yazar” yapan Yüksel Öğretmenime gelince… Yurdumu ve insanlarını gönülden sevmeyi ona borçlu olmam bir yana, benimle birlikte tüm sınıf arkadaşlarıma kol-kanat gerip annelik de yapmıştır bize. Üzerimde olan hakkını ve emeğini, hiçbir şekilde ödeyemeyeceğimi biliyorum artık. Neredeyse 25 yıldır onu hiç görmesem de (koca bir ömür geçmiş aradan) varlığını her zaman derinden hissediyorum yazdığım her kelime ve cümlede. Yaşım ilerledikçe ona karşı duyduğum özlem de giderek artıyor öte yandan. Hasret çekiyorum eni konu. Gözlerim bile doluyor Yüksel Öğretmenimi düşünürken.

 

Ama birkaç yıl önce sosyal medyanın marifetiyle yine “arkadaş” olduk öğretmenimle. Birbirimizin fotoğraflarını ve paylaşımlarını “beğenip” yazışıyoruz arada. Gönen’e gidip elini öptükten sonra ona sıkı sıkıya sarılacağım güne kadar, iyi geliyor şimdilik bu sanal buluşmalar bana…

 

 

– o –

 

 

Hamiş

Yüksel Öğretmenimi 20 Aralık 2014'de kaybettim. Artık bir yanım hep eksik benim...

 

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page