top of page

Salı Pazarı

 

Her salı günü, Gönen’in yarısından fazlası pazaryerine dönerdi biz çocukken. Bağı, bahçesi, bostanı çok olan Gönen ve çevresinden gelen tazecik sebze ve meyvenin yanı sıra aklınıza ne gelirse bu pazarda alıcısına sunulur, deyim yerindeyse ortalık mahşer yerine dönerdi: İpekten pazene çeşit çeşit kumaşlar, iğne ile örülüp dokunmuş oyalar, ayakkabılar, baştan aşağıya sizi giydirecek konfeksiyonlar, ne alırsan “1 liraya” tarzı tezgâhlardaki çeşit çeşit mallar, hayvancılığa özgü koşum takımları, kuzu çanları ve zincir halkalar, binbir çeşit ip ve halatlar, sonra antikalar, kap-kacaklar, topraktan yapılma saksılar, kurutulmuş gıdalar, baharatlar ve elbette peynirler, yoğurtlar, lorlar, kaymaklar… Her hafta, hazırlığı bir gece önceden başlayan tezgâhlarında sizi bekler dururdu o zamanlar.

 

Ben, pek hoşlanmazdım aslında bu cümbüşten. Pazara gitmekten ödüm patlar, sıkılırdım açıkçası. Binlerce insan olurdu çünkü sokaklarda. Bunalırdım. Ama yine de annem ya da babamla pazara çıkmaktan kurtulamazdım.

 

Bir süre sonra tümüyle üzerime kaldı bu görev. Artık her hafta salı günleri pazara çıkıyor, elimde listeyle tezgâhlar arasında dolaşıp duruyordum. Yapılacak daha “mühim” işlerim olduğu için de bu görevden müthiş sıkılıyordum. Ve dediğim gibi, o zamanlar çarşı-pazar dolaşmaktan, satıcıların birbirine karışan bağırışlarına kulak vermekten, tezgâhlarda rengârenk sergilenen türlü zerzevatın kokularını ve rahiyalarını derin derin içime çekmekten hiç hoşlanmazdım. Pazarların güzelliğini; karrmaşasından anlam ve kalabalığından yalnızlık çıkarmayı çok sonraları öğrendim ben.

 

Yine “sıkıcı” bir pazar alışverişine çıkmam gerekmişti günlerden bir gün. Arkadaşlarımla heyecanlı bir oyunun tam ortasında mıydım, yoksa kız peşinde mi koşturuyordum çok net hatırlamıyorum şimdi. Ama annem listeyi elime tutuşturmuş ve pazara yollamıştı beni. Neyi, nereden alacağımı ve alırken de nelere dikkat etmem gerektiğini bir bir tembihlemişti. Sen misin tembihleyen? Sokaklarda bir süre dolaştıktan (ya da sıkıldıktan) sonra Gönen’in en şanlı manavında almıştım soluğu. Listemdeki her şeyi eksiksiz tamamlamış, çok yorgun pozlarda eve dönmüş ve annemi bir hayli şaşırtmıştım. Evet, belki bütçemi aşmıştım. Üstelik alışverişten arta kalması gereken ve bana harçlık olarak geri dönecek parayı bile harcamıştım. Ama sonuçta sebze ve meyvenin en biçimli, en parlak, en renkli ve görece en lezzetli olanlarını gururla eve taşımıştım… Böylece birkaç hafta sürdürdüm bu oyunu. Pazara çıktıktan sonra mahallede biraz dolaşıyor ve mâkul bir saatin geçmesini bekliyordum. Hatta Park’ta oturuyor, demli çaylar içiyordum bir başıma. Arkasından da manava gidiyordum en ciddi hâlimle. Koca pazarda, manavdan alışveriş yapan bir tek bendim herhalde. Sonunda komşulardan biri görmüş beni manavda. Ve ben daha eve varmadan, “çok mu zenginiz” ya da “piyangodan para mı çıktı size” gibisinden haberlerim ulaşmış bizimkilere… Kapıda, elinde maşa ile beklerken bulmuştum annemi. Gerisini siz tahmin edin artık!

 

Küçük kasabaların böyle tarafları çoktu eskiden. Bir kabahatiniz olduğunda, sizden önce ulaşırdı haberiniz. Park’ta kız arkadaşınızla buluşmanız da mümkün değildi bu yüzden. Daha ilk çaylarınızı söylerken, kızın abileri görünüverirdi çünkü köşeden…

 

Bölgenin en büyük pazarı kurulurdu Gönen’de. Öyle ki, neredeyse tüm kasaba pazaryerine dönerdi. Hazırlığı bir gün öncesinden başlar, tahta iskeleler kurulur, tezgâhlar boylu boyunca uzanırdı sıra sıra. Şimdiki “kapalı pazaryerleri” gibi değildi elbette. Canlıydı ve ruhu vardı. İzmirliler’in yakından takip ettiği, hatta günübirlik turlarla gidip katıldığı, günümüzün Ödemiş ve Tire pazarları bile, emin olunuz, Gönen’dekinin yanında solda sıfır kalırdı.

 

Yine böyle bir salı öncesi pazar hazırlığı başlamışken, arkadaşlarımla toplu saklambaç oynuyorduk Hükümet Meydanı’nda. Yaz başıydı. Hava henüz kararmamıştı. Meydan, daha çok meyve ve sebzecilerin alanıydı. Ona açılan tüm cadde ve sokaklar, ertesi gün erkenden başlayacak pazara hazırlanıyordu. Hem mahalleden, hem de sınıftan arkadaşım Sedat ile saklanmıştık bu ara sokaklardaki tezgâhlardan birinin arkasına. Pazarcı, elma ile doldurmuştu ekmek teknesini. Üzerine ise bir branda örtmüş ve evine gitmişti. Neden sonra ya sıkılmıştık saklanmaktan ya da elma çekmişti canımız. Çocukluk işte… Örtüyü kaldırıp elmaları yoklamaya başlamıştık. Üstelik beğenmiyorduk bir de elmaları; en güzelini seçmeye çalışıyorduk. Adamcağızın tezgâhını tarumar etmiştik böylece hiç utanmadan. Ama aşırdığımız elmalardan tam birer ısırık alacakken, görmüştük onu. Pencereden bize bakıyordu. Okulun en disiplinli, en sert simâsı, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi öğretmenimizdi bizi yakalayan. Evinin hemen önünde şahit olduğu bu manzara karşısında hem şaşkın, hem de sinirliydi. Tezgâhı güzelce toplamamızı istemişti önce bizden. Sonra birer elma uzatmıştı evinden. Arkasından da ertesi gün okulda kendisini görmemizi söylemişti… Çok sağlam bir sopa yediğimizi hatırlıyorum şimdi. Ama haketmiştik doğrusu…

 

Kışın elma, portakal, mandalina; yazın ise kayısı, incir, üzüm,, kiraz, erik, şeftali… Her birinden ikişer üçer kilo almamıza rağmen, en fazla üç günde biterdi hepsi. Daha çok abim tüketir, tüm enerjisini meyvelerden alırdı sürekli. Evde meyve kalmayınca ise gece yatarken pijamasının cebine kesme şeker koyarmış avuç avuç. Uyurken onları yermiş katur kutur. Genç yaşta çürütüp döktüğü dişlerinin sebebi, işte budur.

 

Ben ise “maymun iştahlının” tekiydim. Severek yediğim yemeklerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmezdi. Ağzımda lokmalar büyür, önümde dolu tabak saatlerce sofrada oturmak zorunda kalırdım. Sırtımdaki kaburgalarım sayılırdı tek tek. Boyum da kısaydı. Ortaokulun sonuna kadar, sınıfın en kısası bendim yanılmıyorsam. Yerden yüksekliğim 1,55 m. idi sadece. Neden sonra, lisedeyken hayatımda ilk defa zeytinyağlı taze fasulyenin tadına baktım ve ona bayıldım. Böylece yavaş yavaş sebzelerle barıştım. Liseyi bitirdiğimde 1,80 m. olmuştu boyum. Ve bu kadar büyümeyi elbette yeterli saydım. Ama otuzumdan sonra, enine doğru büyümenin önüne geçemedim bir türlü. Eni konu göbek yaptım. Patlıcan (imam bayıldı dışında), mantar, kabak, bezelye ve bakla ile hâlâ daha pek aram yoktur benim. Göbek çapımın genişliğinin ise çocukluğumdaki “maymunluğumdan” yani yanlış beslenme alışkanlıklarımın bir şekilde devam etmesinden kaynaklandığına artık eminim.

 

Salı pazarından alınan meyveler gibi sebzeler de en çok üç günde tükenirdi evimizde. Dördüncü gün “kurulara” başlardı annem. Nohut, yeşil mercimek, kuru fasulye koyardı önümüze. Aslında lezzetliydi annemin eli, güzeldi yemekleri. Ama ben sadece nohuta hayır demezdim. Tazecik otlardan (ebegümeci, deniz börülcesi, kuzukulağı, ısırgan, cibez, radika) mükellef mezeler ile salatalar, damak şatlatan zeytinyağlı enginarlar, kerevizler ve şevket-i bostanların tadını ise Gönen’de yaşadığım yıllarda zaten bilmezdim. Tıpkı çarşı-pazarların büyülü dünyası gibi; Ege ve Akdeniz’in eşsiz mutfak kültürüyle de sonradan İzmir’de tanıştım.    

 

 

– o –

 

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page