top of page

Çekirdek 

 

Gen haritamı önüme açıp baktığımda, bu genlerden gelen hayatların rengârenk serpilip kök saldığı coğrafyaların sınırsızlığı bir yana; kendi köklerimin izlerini sürerek geçmişimde yaklaşık 160 yıl geriye gidebilmek, neredeyse iki asra ulaşan bir zaman diliminin derinliğinden bugüne ayna tutabilmek bambaşka bir heyecan veriyor şimdi bana... Ve bu heyecan, içinden çıktığım çekirdek ailemi çok daha anlamlı kılıyor.

 

Çünkü hayat, müthiş döngüsü içinde ilerlerken aynı zamanda ilginç tesadüflerden, beklenmedik tanışmalar ile karşılaşmalardan ve önünüze zorlu engeller çıktığında son derece naif bir güven duygusuyla alınmış anlık kararların yön verdiği yepyeni güzergâhlardan oluşan bir mucizeler bütünüdür. Benim mucizem de elbette farklı değildir.

 

Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü sıralarında tanışan ve geleceklerini beraber kurmaya karar veren Mesut ve Nilüfer de önlerinde uzanan hayata, kimi engelleri aşarak ve zorlu kararları biraz naif denebilecek cesaretle alarak başlarlar: Çünkü Mesut mezun olurken, Nilüfer tek dersten okulunu uzatmıştır. Felsefe grubuyla pedagoji, coğrafya ve tarih derslerinde son derece başarılı olmasına rağmen edebiyattan kalmıştır.

 

İki gencin bu beklenmedik durum karşısında nasıl bir yol izleyeceklerine geçmeden önce aldıkları eğitim üzerine bir paragraf açmakta yarar görüyorum: Sanırım 80’lerin ortasıydı. Siyah beyaz televizyonumuzun karşısına ailecek oturmuş, bir Fransız filmini keyifle izliyorduk. Film orijinal dilinde olup Türkçe altyazılıydı. Okumayı daha yeni sökmüş kız kardeşim, filmi takip etmekte zorlanıyor ve bize –özellikle de babama– sürekli sorular yönelterek anlamaya çalışıyordu. Aklının bir köşesinde babamın lisede Fransızca, annemin ise İngilizce öğrendiği ya da eğitimini aldığı bilgisi kalmış olmalı ki, babama dönüp Fransızca şu ne demek, bu ne anlama geliyor türünden bir dolu soru soruyordu. O sıralar ben de lisedeydim ve hesapta İngilizce öğreniyordum. Yabancı dil dersi almakla, o dili gerçekten bilmek arasındaki kalın çizginin elbette farkındaydım. Gülerek ve biraz da dalga geçerek, kız kardeşime babamdan önce cevap verdiğimi hatırlıyorum: Komik olma, babam bunları nereden bilsin gibisinden birkaç cümle de gevelemiş olabilirim. Ama görevini tamamlamış muzaffer bir komutan edasıyla filmi izlemeye kaldığım yerden devam ediyordum ki, aynı filmdeki oyuncular gibi konuşmaya başlayan babamın sesini duyup irkildiğimi, arkasından son derece net ve akıcı bir Fransızca ile kardeşimin sorularını yanıtlayan babamı hayretle izlemeye başladığımı belirtmeliyim. Soru cevaplar uzadıkça uzuyor ve şaşkınlığım giderek artıyordu. Artık dalga geçme sırası kardeşimdeydi. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı ve bu gülümseme aynı zamanda “benim babam her şeyi bilir” anlamına geliyordu. Ders bittikten sonra babamın bana dönüp yeni bir derse başlaması ise daha dün gibi aklımdadır: “Biz, enstitüde sadece Türkçe – Edebiyat okumadık. Branş öğretmeni olarak mezun olduk. Eğer gittiğimiz yerde öğretmen açığı varsa tarih, coğrafya ve hatta felsefe derslerine bile girdik ve bu görevi başarıyla yerine getirdik. Öğretmenliğimin ilk yıllarında verdiğim beden eğitimini ise bu derslerin dışında tutuyorum. Çünkü onun, enstitü ile bir ilgisinin bulunmadığını, sadece kişisel bir yetenek olduğunu zaten biliyorsun. Ders verecek kadar bilip öğrendiğim Fransızcam ise liseden gelir…”

 

Annem ile babamın nasıl bir eğitim aldığına, eskiden eğitimin her aşamasının ne denli daha doğru ve değerli olduğuna, yukarıdaki paragraf en çarpıcı örnektir sanırım. Bu nedenle edebiyat öğrencisi Nilüfer’in, edebiyattan kalmasını ayıplamayalım lütfen. Kendisi için bir yıl boyunca yazılmış şiirleri dikkate almaması ise ayrı bir konudur ve edebiyatı sevmekten ya da öğrenip bilmekten çok, sahip olduğu edep ile ilgilidir.   

 

•••

 

Mesut’un isteği, bir an önce evlenerek ilk görev yeri Sivas’ın Gemerek kasabasına birlikte gitmektir. Bu nedenle Nilüfer’i okulu bırakmaya zorlar. Teoman Bey ise bu isteğe haklı olarak karşı çıkar. Ama Mesut, göreve başlamak için gittiği Sivas’tan aynı trenle geri dönünce; gençlerin kararlılığı karşısında, en azından bu Mesut kimlerdenmiş, iyice bir sorup soruşturarak öğrenmek ister…

 

Vilâyetten yaklaşık üç saat süren bir yolculuktan sonra Gönen’e gelir. Bir kahveye girer. Önce kahvedekileri şöyle bir süzer. Bir köşede tek başına oturmakta olan ve yetmiş yaşlarında gösteren aksakallı bir ihtiyarı beğenip yanına ilişir. “Vallah billâh beyim” diye konuşmaya başlar: “Burada Uçak Ahmet’in bir oğlu varmış, bizim kıza sevdalanmış, kimlerden gelir, nasıldır, iyi midir, hoş mudur, vereyim mi kızı, sen ne dersin?..”

 

Aksakallı ihtiyar, çayından bir yudum alır ve sakalını güzelce sıvazlayıp başıyla onaylayarak ağır ağır cevap verir; “Uçak Ahmet’in oğlunu çocukluğundan beri tanırım ben, iyi çocuktur, pırlanta gibidir, ailesi de dürüst namuslu insanlardır, hem şimdi öğretmen oldu o çocuk, ekmeğini de eline aldı, bana sorarsan ver kızını gitsin derim…”

 

Bunun üzerine Teoman Bey, istemeye istemeye de olsa kızının okulunu bırakması pahasına Mesut ile evlenmesini onaylar. Kendince Uçaklar’ı sorup soruşturduğu o aksakallı ihtiyarın gerçekte kim olduğunu ise 21 Eylül 1966 tarihinde yapılan düğünde öğrenecektir: Teoman Bey’in istihbarat kaynağı, Mesut’un öz dedesi Vehbi’den başkası değildir!

 

•••

 

Gönen’in yazlık sinemalarından Bahar’da düğün dernek kurulur, danslar yapılır, halaylar çekilir. Ve genç evliler Sivas ellerine yolcu edilir.

 

Ancak yolculuk öncesi babaannemle ile annemin çıktığı alışveriş de son derece ilginçtir. Kurulacak eve perdelik, belki birkaç metre döşemelik ve elbiselik kumaş bakılacaktır. Gittikleri manifaturacıda annem sürekli ipekli saten kumaşları seçip beğenmekte, babaannem ise içten içe kısıtlı bütçesini düşünmektedir. Gelinin beğendiği kumaşlara parasının yetmeyeceği ortadadır çünkü. Diğer yandan sesini de çıkarmaz, gelininin alınmasını, gücenmesini hiç istemez. Ama annem seçtiği kumaşların fiyatını öğrenince, “hmm” der, “aslında o kadar da güzel değiller, bence şunlardan seçelim” diye o cânım ipeklileri elinin tersiyle iterek çok daha basit ve hesaplı pamuklu patiskalara ve pazenlere yönelir.

 

Babaannem yıllar sonra bana bu hikâyeyi anlattığında “işte o zaman içim pek bir ferah etmişti, Mesut’umun doğru bir eş seçtiğine artık daha da emindim” diyecek ve annemi kendi çocuklarından hiçbir zaman niye ayrı tutmadığını özetlemeye çalışacaktır.

 

•••

 

Annesinden miras ya da hatıra kalan dikiş makinesi ile annemin kendi elleriyle dikip astığı patiska perdeli Gemerek’teki o evi hiç görmedim ben. Babamın üç yıl sürecek şark hizmetine yetişemedim çünkü. Ama abim Ogün, 1967 yazında (27 Ağustos), Balıkesir’de dünyaya geldikten sonra ilk adımlarını bu evde atacak ve o zamanlar henüz üç kişilik olan çekirdek ailem, önüne geçemedikleri bir dolu fındık faresiyle birlikte bu evi mutlulukla paylaşacaklardır.

 

Bu arada, İsmail Dedemin ısrarıyla annemin okula dönüş şanslarına babam karşı çıkacak; Gemerek’te açılan Ziraat Bankası’na ortaokul mezunları dahi havada kapılıp, müdürü başvuranlar arasındaki tek lise mezunundan seçilirken, babam bu işi de pek beğenmeyecek; sonraki yıllarda da annem için benzer fırsatlarda ona hep engel olacaktır. O dönemde, öğretmen maaşları bugün olduğu gibi hiç tatminkâr değildir oysa. Bu yüzden tek maaş neyimize yetmiyor, diye düşünmüş olamaz. Kadını eve kapatmak, dışarıya çıkmasına izin vermemek gibisinden sağlıksız bir kafa yapısı da yoktur aslında babamın. Öyleyse geriye tek bir neden kalıyor; annemin yıpranmasına izin vermemek, onu tümüyle sahiplenmek ve korumak...

 

Ama annem, bugün bile babamı bu konuda affetmiştir diyemem. Hep çalışmak istedi çünkü kendisi. Aile bütçesine katkıda bulunmayı her şeyden önde tuttu. Temizlik, bulaşık, çamaşır ve yemek yapmak sıradan ve kolay işlerdi onun için. Önemli olan üretmekti. Üretmeden geçen bir gün, kendi deyişiyle boşa yaşanmış sayılırdı. Sonuçta dışarıda düzenli bir geliri olamayınca, evde üretme yolunu buldu annem de. Son derece zahmetli iğne oyasını öğrendi örneğin. El işi göz nuru bu oyaların alıcısı her zaman bulunurdu. Bizlere kazaklar, süveterler, hırkalar ve yelekler ördü sonra. Dikiş makinesini ise bir köşede saklı, değerli bir hatıra olarak görmedi hiçbir zaman. Ailesini, o makinenin bütün inceliklerini keşfederek giydirdi, en zor modelleri bile kesip biçti ve dikti. Küçülmüş ceketlerden pantolon, pantolonlardan etek, elbiselerden gömlek yaptı. Eski kumaşları, evlenirken alınan ceviz sandığında bir hazine gibi sakladı, zamanı geldiğinde ise çıkarıp herkesi şaşırttı.

 

O sandık ki, bugün de harikalar yaratmaya devam ediyor. Ve annem, bizleri büyütmekten vazgeçmiyor. Çünkü sadece dünyaya getirip bir şekilde karnını doyurmak değildir büyütmek. Elbette ondan çok daha öte ve yücedir. Karın doyurmayı ise basite indirgediğim sanılmasın sakın. En basit malzemelerle mutfakta yaratılan harikalar ve damak şatlatan yöresel lezzetlerin sırası daha sonra gelecek…

 

•••

 

Gönen’in 13 km. kuzeyinde bulunan nahiyesi Sarıköy, ikinci görev yeri olur babamın. 10 Ağustos 1970’de, o zamanlar henüz yeterli bir hastanesi bulunmayan Gönen yerine Bandırma’da doğan bu satırları yazarı, işte bu köyde gözlerini açar ve ilk yaşını yine bu köyde kutlar. Elbette şimdi hiçbir iz yoktur zihninde Sarıköy’den. Sokağa tek başına çıkacak kadar büyüyen abisinin, yeni doğmuş bir buzağıya at niyetine binmesi ve hayvancığın oracıkta telef olması dışında, hiçbir şey kalmamış burada geçen bir yıldan. O üzücü kazayı da kendi hatırlamıyor, yıllarca anlatıldığı için biliyor zaten.

 

1971’de Gönen’e yerleştikten sonra, babam dört yıl boyunca gidip gelir Sarıköy’e. 1975 yılının yaz tatilinde (!) ise askerliğini yapar. Türkiye’nin ilk kısa dönem yedeksubaylarından biri olma şansını yakalamıştır çünkü bu tatilde. Yaşını başını almış, hemen hepsi 30’unun üstünde olan bu askerlerin arasında, üstelik kendisi gibi öğretmen iki çocukluk arkadaşı da vardır. Hatta biriyle aynı okulda görevlidir. Üç ay sürecek bu şanlı ve şanslı askerliği süresince her hafta sonu Gönen’e gelmeyi ya da kaçmayı da ihmâl etmez babam. En yakın arkadaşlarının arasında ise kendisinden 1-2 yaş küçük bir mimar vardır. Hasretin dayanılmaz olduğu uzun yaz günlerinde ve gecelerinde yanık türküler yakan bu mimarın sesi pek güzeldir. Çünkü o zamanlar adı daha yeni yeni duyulmaya başlanan bu mimar, Erol Evgin’den başkası değildir..

 

Askerlik sonrası tayini Gönen Ömer Seyfettin Lisesi’ne çıkar babamın. Çekirdek ailemin kesintisiz mutluluğu tamdır artık. Bu arada, yıllar sonra aynı okulda; hem bana, hem de abime öğretmen, müdür yardımcısı, disiplin kurulu başkanı, gezi inceleme kolu sorumlusu, antrenör de olacak ve tüm bu sıfatların ya da görevlerin olumlu ya da olumsuz etkilerini bizzat yaşatacaktır ikimize de…

 

Keşif Defteri’mde sıkça bahsettiğim Anadolu gezileri de bu dönemde başlar. Birlikte karış karış dolaşırız Türkiye’yi: Marmara, Trakya, Ege, Akdeniz ve kısmen Anadolu sevdam, bu gezilerde filizlenecektir kendi adıma…

 

Futboldan ise hiçbir zaman kopamaz babam. Öncelikle lise takımının başındadır. Sonra 5 kuruş bile kabul etmeden Gönenspor’u çalıştırır uzun yıllar. 70’lerin sonunda, kamp yapmak için Gönen’e gelen Beşiktaş ile yapılan maçta, kendi takımı hezimete uğrasa da bu maç yıllarca dilden dile dolaşıp duracaktır Gönen’de.

 

•••

 

Gönen’deki hemen hemen tüm evler gibi bizim de tek katlıydı evimiz. Girişte, sadece bir divanın sığacağı büyüklükte ufacık, dar ve uzun bir sofa, solda bir oda, sağda bir oda, bir de mutfak. Hepsi bu…

 

Yanında ve arkasında uzanan yüksek duvarlarla çevrili geniş bahçesi vardı bir de. Ve o bahçede yalnız başına yükselen bir incir ağacı. Ama pek meyve vermezdi o ağaç. Sanırım dişi değildi. Yine de bahar gelip ufacık ve sert incirler dallarında belirdiğinde, anlamsız bir iştahla saldırırdık o ağaca. Acılığından ağzımız yanar, dudaklarımız yara olurdu. Aldırmazdık.

 

Ahmet Dedemin evi tam karşımızda bulunurdu. Babamın anneannesinin evi ise sol çaprazımızda. Arada ise boş bir arsa vardı ki, bizim oyun yerimizdi burası. Ne kadar güvenli olduğu ise tartışılır elbet: Abimin kafasına düşen tuğla, ayağının altına batıp cırt diye üstünden çıkan çivi, sonra topumu almak için eğildiğimde benim popoya hiç acımadan saplanan çakı, hep evimizin önündeki bu arsanın marifetleridir işte… Benim olayda o arsanın kusuru yüzde yüz olsa da, abimin başına gelenlerin hepsini, şimdi yerinde bir apartman yükselen arsaya yüklemek istemem yine de. Çünkü zavallı buzağıda olduğu üzere, biraz yaramazdı Ogün. Gidip tehlikeyi kendi bulur ya da yaratırdı hiç çekinmeden. Orasını burasını doğraması, yanan sobanın üzerine düşüp izleri bugün de boynunda ve kolunda belirgin kalacak şekilde yakması, ilerleyen yıllarda ise futbol oynarken defalarca sakatlanması, menisküslerinin yırtılması, elini kırması, beyin sarsıntısı geçirmesi aslında hep bu yaramazlığından kaynaklıdır Ogün’ün. Birinci, ikinci ve üçüncü liglerde top koşturup genç ve ümit milli takımlara kadar yükselmişken, dokuz yıllık profesyonel futbol hayatına son veren ve henüz 25 yaşında futbolu bırakmasına neden olan da benzer bir tecrübedir bu anlamda: Sağ diz yan ve çapraz bağlarının aynı anda kopması…   

 

Bir yıl sonra yapılması plânlanan sünnet düğünümüzün şerefine, hemen karşı sokaktaki apartman dairesine taşınana kadar, beş yıl yaşadık o evde. Sanırım dışı kireç beyazına boyalıydı, kendi adıma ilk evim diye bildiğim o evin. Ya da şimdi ben öyle hatırlıyorum. Çocukluğumun geçtiği o yılları, bembeyaz ve saf bir hayâl gibi hatırlamak istediğim için…

 

Tüm Türkiye’de olduğu üzere, tek katlı, bahçeli evler çoktan yıkılıp yerlerine biçimsiz apartmanlar yükseldi Gönen’de de. Anneannemin evi, sonra o ilk ev, daha biz Gönen’de yaşarken yok oldular. Bir tek Ahmet Dedemin evi hâlâ ayakta. Yakın zamanda gidip gördüm, biliyorum. Başı boş arsalar ise hiçbir yerde kalmadılar.

 

•••

 

4 Ekim 1978’de, çekirdek ailemiz sonunda tamamlandı bizim. Aramıza kara kuru bir kız katıldı. Daha eve geldiği ilk günden itibaren belli etmişti zaten kendini: Inatçı, dediği dedik, bildiği bildikti. Çünkü Özge demişti babam ona. Isminin anlamı gibi şahsına münhâsır bir kızdı. Özge, bugün (2013’ün baharında) 35 yaşında olsa da, benim için hep öyle kaldı. Kendine özgü ve başka… Bir de çok kıymetlimdir kendisi. O kıymet ki, babamdan mirastır bana…

 

•••

 

Keşif Defteri’mde yer alan Gönen ile ilgili yazımda (2008) özetle şöyle yazdığımı hatırlıyorum:

 

Ben, Gönen’de okullara gittim, büyüdüm, yetiştim. Ve nihayet İzmir’e göç ettiğimiz 1988 yılına kadar, kısa süreli seyahatler dışında Gönen’den hiç ayrılmadım. Son yirmi yıl içinde defalarca ziyaret ettim elbette memleketimi. Ama aile büyüklerimiz bir bir ayrıldıkça bu dünyadan, giderek Gönen’den daha çok koptum ve uzaklaştım diyebilirim…

 

•••

 

Şimdi izin verirseniz, kendi köklerinden doğup yine kendi çekirdeğinde büyüyen bu satırların yazarının nasıl yeşerdiğine, nasıl boy verip uzadığına, Gönen’de geçen o yıllar boyunca neler yaşadığına ve nelerin onda iz bırakıp artık kendisine bir hayâl gibi geldiğine geçelim.

 

Ama önce toprakla buluşup iç hesaplaşmasını tamamlaması gerek onun.

 

– o –

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page