
Nane Bahçesi
Çevresi yüksek duvarlarla örülmüş bir “cennet” bahçesiydi burası. O zamanlar Gönen’de, hemen hemen her yaşlı ev böyle yüksek duvarların ardında saklanırdı zaten. Bazıları da bitişik nizam uzanırdı sokaklarda. Birkaç basamakla ön kapısına varılır ve bu kapılar geniş ya da dar sofalara açılırdı. Bu tip evlerin bahçesi arkada bulunurdu ki, o bahçeler de yine yüksek duvarla korunurdu. Daha insanî boyutlardaki bahçe duvarları, 1953 depreminden sonra yapılan konutlarda görülürdü sadece. Bizim mahalledeki 70 Evler ve Hükümet Meydanı yakınlarındaki Esen Evler’in bahçeleri hâlen böyledir işte…
Anneannemin evinin bahçesi ise sokağa bakan ön tarafındaydı. İki sokağın birleştiği bir köşede bulunduğu için çift cephede yükselen duvarları, dört kanatlı büyük bir ahşap kapıyla bölünmüştü. Kapının üzerinde ağır tokmaklar olsa da, delikten sarkan bir ipi çekmek suretiyle kapıyı açar ve bahçeye girerdiniz. İp, ancak geceleri içeri alınırdı.
Korkudan, güvensizlikten, kem gözlerden ya da katı ahlâk kuralları yüzünden değildi aslında duvarların böyle yüksek örülmesi. Hayat, bahçede yaşanırdı çünkü herkes için. Özeldi bu yüzden ve insana, hayata gösterilen saygıyla alâkalıydı.
Hemen girişte, sağ tarafta büyük bir karaltısı vardı bahçenin. Ama daha çok Ahmet Dedemin eski araba parçalarıyla doluydu burası: Lâstikler, rulmanlar, balatalar, pistonlar, şambreller, miller, diskler, egzoz boruları, kayışlar ve hatta motorlar ile bunlara ait bir dolu vida, somun, cıvata… Belki günün birinde işe yarar umuduyla hepsi üst üste yığılmıştı bütün bu ıvır zıvır. Araba tamirhânesi gibiydi desem, yeridir şimdi…
Tek katlı, iki göz odalı ev ise sol taraftaydı. Çiçekli bir yoldan ilerlerdiniz önce. Yolun her iki yanında, türlü renklerdeki aslanağızları, ortancalar ve akşamsefaları karşılardı sizi. Sarmaşık gülleri duvar diplerinde yükselir, hanımelleri ile yaseminler ise duvarların üzerinden boy gösterirdi. Mis gibi kokardı her karışı. Çiçeklerin kokusundan başınız döner, ama mutlu hissederdiniz kendinizi. Pastoral bir tablo gibiydi çünkü bu bahçe. Ve hepsini anneannem, kendi elleriyle dikmişti.
İlkyaz gelir gelmez, tüm meyvelerine daha tam olgunlaşmadan saldırdığımız ve sert tüylerinden dolayı kaşına kaşına ve oburca tükettiğimiz zavallı şeftali ağacı, tatlı eriğin karşısındaydı. Ekşi erik ise biraz daha geride, küçük karaltının önündeydi. Daha arkada bulunan kiraz ağacı vardı bir de. Sarılı kırmızılı meyvelerinin tadını hiç unutamam.
Küçük karaltının bir köşesindeki ocakta, yazın manav tarhanaları karılır, gödekler pişirilir ve kışa hazırlık için yufkalar açılırdı ki, biz çocuklar adına tam bir lezzet şöleni hâlinde geçen o günlere ilerleyen sayfalarda tekrar dönmek isterim.
Domates, patlıcan, sivri biber, taze soğan ekerdi anneannem ağaçların arasında kalan güneşli alanlara. Ve mevsimin değişip yaz geldiğini, takvimlere değil bu bahçeye baktığımızda anlardık bizler. Domatesler kızarıp patlıcanlar morarınca, yaz da geldi demekti.
Evin hemen önündeki küçük tarhta ise nane, tere ve maydanozlar bulunurdu sürekli. Maaileden kimin ihtiyacı varsa o tarhtan giderirdi. Bu tür zerzevatlara para vermezdik hani… Sadece anneannemin uyarılarını dikkate almak yeterliydi: “O taraftan değil, şuracıktan koparıver, onlar pek yavuz oldular.”
Bir de çardak vardı o tarhın üzerine doğru uzanan. Ve çardağa dolanmış bir asma. Üzümleri çok ekşi (koruk) olduğundan yenmezdi belki, ama suyu salatalara konulur ve taneleri turşu kurarken kullanılırdı. Annem, bahar geldiğinde, o asmanın körpecik yapraklarından dolma sarardı bize. İster kıymalı, ister zeytinyağlı yapsın tadına doyum olmazdı. Tamam, peki itiraf ediyorum; ben kıymalı yaprak dolmasını tercih etmişimdir her zaman.
70’lerin sonunda, anneannemin bu cennet bahçesinin sokağa bakan köşesinde tek katlı bir yapı yükseldi. Büyük karaltıyla birlikte bahçenin neredeyse yarısından fazlası bu yapıya feda edildi. Şeftali ağacı kesildi, çiçekli yollar kapandı, anneannemin evi ise bu binanın ardında giderek yalnızlaştı.
Aslında sadece bir zemin kattan oluşuyordu o yapı ve iki büyük dükkâna ev sahipliği yapıyordu. Birinde fotoğraf stüdyosu açılmıştı inşaat bittiğinde, diğerinde ise plâkçı. Yaz tatillerinde, her iki dükkânda da çıraklığım olmuştu benim. Fotoğrafçı günlerim renkli, plâkçı günlerim ise (tüm mahalleyle birlikte) sesliydi. Çok sesli…
Dükkânların üstünde, ileride kat çıkılır umuduyla çirkin mi çirkin inşaat frizleri görünürdü. Ancak hiçbir zaman bu umut gerçekleşmedi. 90’ların başında; tüm bahçe, dükkânlar ve anneannemin cânım evi, komşu evlerle birlikte parsellenerek gözü kara bir müteahhite teslim edildi. Babam ve halalarımın sayısı kadar toplam beş daire düşecekti payımıza. Maaile hep birlikte altlı üstlü oturacak ve mutluluk şarkıları olacaktı dilimizde. Ama bizimki çoktan satıldı, halalarıma ait dört daire ise kirada şimdi…
– o –