top of page

Sokakta Büyümek

 

Belki zorluklarla, türlü sıkıntılarla ve ülke olarak yoksullukla geçti çocukluğumuz. Ama hiç kuşkusuz, bizler daha mutluyduk eskiden! Yarınlara umutla bakıyorduk çünkü, hayatı dolu dolu yaşıyor, geleceğin güzel olacağına inanıyor ve toprak sokaklarla mahalle aralarında büyüyorduk Gönen’de, usul usul.

 

Oyun oynarken tanıdı hayatı birçoğumuz: Arkadaşlığı ve ekip ruhunu, güvenmeyi ve paylaşmayı, karar vermeyi ve çözüm üretmeyi… Hayâl kurmasını öğrendi sonra ve içinde naif bir yaratıcılık barındıran bu hayâllerle tutundu hayata. Hayat ki, oyun demekti bizler için o zamanlar… Ve o hayatın içinde başta bilgisayarlar, Barbie bebekler ve şimdiki gibi iki günde sıkılıp da bir kenara bırakılan bireysel tüketim ve teknoloji çılgınlıkları yoktu. İyi ki de yoktu! Olsa olsa kimseye zararı dokunmayan plâstikten su tabancalarımız, kendi imalâtımız tel arabalarımız, rulman tekerlekli tornet ve kaykaylarımız, rengârenk misketlerimiz, fır fır dönen topaçlarımız ve plâstik ya da bezden bebeklerimiz vardı. Bir de koşup zıplarken, çömelip doğrulurken ve düşüp kalkarken bedensel gelişimimizi sağlayan müthiş bir enerjimiz… Çünkü biz, hani o şarkıda olduğu gibi “çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman…”

 

O yıldızların hayatı, hayâl oldu şimdi çoğumuz için. Sağlıklı ve güzelleştirici bir uykuya eşdeğer. Ve bizleri sokakta büyüten tüm oyunlarımız kadar tatlı, değerli…

 

Yağ Satarım Bal Satarım

En basit oyunlarımızdandı. Sadece bir mendile ihtiyaç duyardık. Önce bir ebe seçerdik. 8-10 kişi, yüzlerimiz birbirine dönük ve halka oluşturacak biçimde yere otururduk. Ebe bir mendilin ucunu düğümleyerek eline alır, bunu arkasında saklayarak çevremizde dolaşmaya başlar ve bu sırada oyuna adını veren şarkıyı söylerdi: “Yağ satarım bal satarım / Ustam öldü ben satarım / Ustamın kürkü sarıdır / Satsam 15 liradır / Zam-bak zum-bak / Dön de arkana iyi bak”… Ve dolaşırken mendili belli etmeden arkadaşlarımızdan birinin arkasında yere koyar; o ise bunun farkına vardığı anda mendili alarak ebeyi kovalamaya başlardı. Ebe, yakalanmadan onun yerine oturursa mendili alan arkadaşımız yeni ebe olurdu. Ama yakalanırsa, oyun aynı ebeyle sürüp giderdi.

 

İstop

Oyuncu sayısı pek önemli değildi, ama ne kadar kalabalık olursak o kadar zevkli geçerdi. Püf noktası ise topu en yükseğe atabilmekti. Ebe olan kişi, içimizden birinin adını söyleyerek topu havaya atardı. Top yere düşerken hepimiz bir yerlere kaçışır, ama adı söylenen arkadaşımız topu havada yakalamaya çalışırdı. Eğer yakalarsa kendini kurtarır ve başka birinin adını söyleyerek topu yeniden havaya fırlatırdı. Topu havada tutamayan kim olursa, yerden eline aldığında “istop” diye bağırırdı. Artık kaçışan herkes o anda oldukları yerde durmak zorundaydı. Bu durumda ebe, içimizden birini gözüne kestirip topla vurmaya çalışırdı. Vurulan ya da hedefini ıskalayan ebe yeni bir isim söyleyerek topu tekrar havaya atıp oyunu başlatır, ama kendisi oyundan çıkardı. Oyun, iki kişi kalıncaya kadar böyle devam ederdi. Acayip zevkliydi.

 

Körebe

En az 10-12 kişiyle oynardık. Önce ebeyi belirler ve gözlerini tercihen koyu renk bir mendille güzelce bağlardık. Böylece kimseyi göremezdi. Zaten oyun, adını ebenin gözlerinin bağlanmasından alırdı. Sonra ebe ortada kalacak biçimde bir halka oluşturur ve yöresel mâniler söylemeye başlardık: “Türkü söyler döneriz / Bil bakalım biz kimiz / Elindeki değnekle / Göster bizi körebe”… Bu sırada halkayı bozmadan ve el çırparak ebenin çevresinde dönerdik. Ebe kollarını öne doğru uzatarak bizlere dokunur; başımızı, yüzümüzü ve üstümüzü elleriyle yoklar ve kim olduğumuzu anlamaya çalışırdı. Eğer tanırsa dokunduğu arkadaşımız yeni ebe olur, ama tanıyamazsa oyun aynı ebeyle sürerdi.

 

Aç Kapıyı Bezirgânbaşı

Bu oyunu kurmak için bize 8-10 kişi yeterdi. İki kişi kapıcı olur ve aralarında birer takma ad seçerlerdi ki, bunu diğerlerimiz bilmezdi. Sonra karşılıklı durarak ellerini köprü gibi tutarlardı. Bu iki kapıcının önünde bizler kuyruk olur ve aralarından geçmek için “aç kapıyı bezirgânbaşı” diye söylerdik. Kapıcılar ise “kapı hakkı ne verirsin” diye sorar; en öndeki arkadaşımız “arkamdaki yadigâr olsun” diye yanıtlardı. Böylece kapıcıların kolları yukarı kalkar, sırayla altından geçerdik. Ama kapıcılar herhangi birimizi kolları arasına alır ve kulağımıza sessizce, önceden belirledikleri takma adlardan birini seçmemizi söylerdi. Artık kapıcılardan hangisinin adını söylersek onun arkasına geçerdik. Oyun bu şekilde kuyruktaki herkes seçilene kadar devam ederdi. Sonunda ortaya bir çizgi çekilir, iki grup halinde bellerimizden tutarak karşılıklı çekişmeye başlardık. Çizgiyi geçen grup oyunu kaybederdi.

 

Sek Sek

Genellikle kızların oynadığı son derece basit bir oyundu ve değişik çeşitleri vardı. İki ya da daha çok kişi ile rahatlıkla oynayabilirdik. Önce tebeşir ile yere kutucuklar çizer, her bir kutucuğa numaralar verirdik. Arkasından çizili alanların içine sırayla 1’den başlayarak yassı bir taş ya da kiremit parçası atardık. Taş çizili alanların dışına düşer ya da çizgiye denk gelirse, oynama sırası öbür arkadaşımıza geçerdi. Ama atışımız başarılıysa tek ayağımız üzerinde sekerken, aynı ayağımızla taşı iterek bütün boşluklardan geçirmeye çalışırdık. Eğer diğer ayağımız yere değer ya da boşlukların arasındaki çizgilere basarsa yanar ve sıramızı kaybederdik. Turu kim önce tamamlarsa oyunu da o kazanırdı.

 

Beş Taş

Bu oyun için sadece beş tane taşımızın olması kâfiydi. İki veya daha çok kişi ile oynardık. Beş taş yere atılır; rakibimiz yerdeki taşların pozisyonuna göre bir taş gösterir, biz ise o taşı alarak havaya atar ve taş havadayken yerden bir taş daha almaya çalışırdık. Havadaki taş avucumuzun içine düşünce elimizde iki taş birden olması gerekirdi. Havadaki taşı tutamama veya yerden taşı alamama, bir de elimizin yerdeki öbür taşlara değmesi ile yanar ve oyun sırası karşı tarafa geçerdi. Oyun, tüm taşlar ikişer üçer havaya atılıp elimizde toplanana kadar böyle devam ederdi.

 

Tilki Tilki Saatin Kaç

8-10 kişiyle oynadığımız son derece eğlenceli bir oyundu. Ebe, yüzünü bir duvara ya da ağaca döner ve bizler sırayla “tilki tilki saatin kaç” diye sorardık. Ebe de saatin kaç olduğunu kafasına göre tek tek söyler ve söylenen saat sayısına göre adımlarımızı atıp ona yaklaşmaya çalışırdık. Bir başka versiyonunda ise ebe, “ebe tura bir, iki, üç” diye hızla arkasına döner ve hareket edenleri görmeye çalışırdı. Bu oyunda esas olan ebenin sözünden sonra robot gibi durmayı bilmekti. Oyunun ilerleyen safhalarında “ebtrabikiüç” ya da “ebtrkç” da denebilirdi. Maksat eğlence olsun! Hatta ebe, tekerlemesini takiben sözlerine bir de sıfat ekler, o sıfatı en iyi canlandıran kişi ise oyunu kazanırdı. Misâl “çirkinlik” derdi ya da “maymunluk”. Böylece kılıktan kılığa girer, türlü maskaralıklarımız birbirini izlerdi.

 

Kutu Kutu Pense

Daha çok 5-6 yaşlarındayken oynadığımız en basit grup oyunlarımızdandı. Oyuncu sayısı hiç önemli değildi. Hepimiz el ele tutuşarak bir daire oluşturur ve melodisiyle birlikte şu tekerlemeyi söylerdik: “Kutu kutu pense / Elmamı yerse / Arkadaşım Ayşe / Arkasını dönse…” Adı söylenen arkasını dönerdi. Herkes arkasını döndükten sonra ise aynı tekerlemeyi tekrar eder ve bu sefer de önümüze dönerdik. Çocuktuk işte! Bazen anlam aramazdık hiçbir şeyde…

 

Kukalı Saklambaç

Normal saklambaçtan farkı, oyunda bir top ya da bir tenekenin kullanılmasıydı. Top ya da tenekeye içimizden birinin vurmasıyla oyuna başlardık. Uzaklaşan her neyse onu bulup geri getiren kişi ise daha önceden seçilmiş ebe olurdu. Bu arada hepimiz saklanırdık. Ebe kimi görürse “kuka” denen o nesneye ayağının ucuyla dokunur ve sobelerdi. Eğer ebe “kuka”dan uzaklaşırsa, birimiz gelip hızla vurur ve ebenin bitmeyen çilesi yeniden başlardı.

 

Dokuz Taş ya da Tombili

Önce, üst üste konulduğunda durabilecek düzgünlükte taşlar ya da kiremit parçalarını seçerdik. Bu dizilen taşları, 5 m.lik mesafeden bir topla vurup devirir ve oyuna başlardık. 6-7 kişilik iki takımla oynardık. Topu atan takım bir yandan kaçışırken, bir yandan da devirdikleri taşları tekrar üst üste dizmeye çalışırdı. Diğer ebe takımın amacı ise hem buna engel olmak, hem de topla vurarak rakiplerini saf dışı bırakmaktı. Vurulan oyun dışı kalırdı. Ebe takım taşlara dokunamaz, müdahale edemezdi. Son taş da en üste konulduğunda “tombili” diye bağırır ve böylece galibiyet ilân edilirdi. Son derece şenlikli bir oyundu. 

 

Gazoz Kapakları

Günümüzde çöp olarak görülen sıradan gazoz kapakları bile bizler için çok değerli oyun aracıydı eskiden. Çay bahçelerinden, büfelerden, bakkal önlerinden topladığımız kapakları önce düzleştirir ve yere dikip uzaktan misketle vurulacak hâle getirirdik. Bir başka oyun şeklinde ise tebeşirle yere bir daire çizip içine kapakları koyar ve yine uzaktan bir yassı taş –tercihen mermer– yardımıyla vurmaya çalışırdık. Daire dışına çıkan kapaklar artık bizim olurdu. Markasına göre değişen değerleri vardı bu kapakların. Misâl iki maden suyu kapağı, bir gazoz kapağı ederdi.

 

Çelik Çomak

Yere ufak bir çukur açar ve bir tahta ya da çubuk parçasını bu çukurun üzerine koyardık. Arkasından uzun bir sopa yardımıyla çubuğu havaya fırlatırdık. Çubuk havadayken ve yere düşmeden arka arkaya da vurabilirdiniz ona. Amaç çubuğu en uzağa atmaktı. Daha sonra bu küçük çubuk, rakibimiz tarafından yerden kaldırılarak başlama noktasına kadar geri getirilmeye çalışılırdı. Rakibimizin işi daha zordu; çünkü yardım alabileceği bir çukur yoktu. Maharet isteyen, zor ama çok zevkli bir oyundu.

 

Birdirbir

Önce bir ebe seçerdik. Ebe, öne doğru eğilerek ellerini dizlerinin üzerine koyar ya da iyice yere çömelirdi. Diğerlerimiz ise bir kaç metre arayla ebenin önünde dizilirdik. Ve sırayla koşarak, ellerimizi ebenin sırtına bastırıp bacaklarımızı ise yanlara açarak üzerinden atlardık. Zorluk derecesine göre ebeye hiç dokunmadan atlayanlarımız da olurdu elbette. Ama asıl amacımız, ebenin dengesini bozarak yine ebe olarak kalmasını sağlamaktı. Bu arada atlamasını bitiren de belli bir mesafe bırakarak çömelir ve bu devinim böyle sürer giderdi. Eğilmesi zor ama atlaması bir o kadar zevkliydi.

 

Yakar Top

Beşer altışar kişiden kurulu iki takım halinde oynardık. Birinci takımdan, isabetli ve sert top atabilen iki kişi, 5-6 m. uzaklıkta karşılıklı olarak durur ve ortalarındaki rakip takımın oyuncularını, tek tek, elle attıkları top ile vurmaya çalışırdı. Vurulan, oyun dışı kalırdı. Herkes vurulduktan sonra ise takımlar yer değiştirirdi. Ancak bu o kadar da kolay olmazdı. Çünkü atılan topu havada yakalayıp tutarsak “1 can” kazanırdık. Ve ne kadar çok can kazanırsak, o kadar daha ortada oynama hakkına sahip olurduk.

 

Ve Diğerleri

Eskiden onlarca, belki daha yüzlerce oyun vardı –tüm Türkiye’de olduğu gibi– Gönen sokaklarında keşfettiğimiz. İlerleyen sayfalarda, bazılarına tekrar dönmek istesem de hepsini anlatmak elbette mümkün değil şimdi burada. Ama birbirinden heyecanlı, keyif ve eğlence dolu, bize yaratıcılığı ve hayatı öğreten bu oyun ve oyuncaklardan aklımda kalanlarını listelemek bile onları hatırlamamıza yeterli olacaktır sanıyorum. Eğer eksiği varsa sayfanın darkenarları ile sonu sizindir:

 

Takım kurarken, ebe seçerken: Kaleye Mum Dikmek / Aldım-Verdim / Portakalı Soydum

Köşe Kapmaca

Altta Kalanın Canı Çıksın

Uzun Eşek

Deve Cüce

Yerden Yüksek

Çanak Çömlek Patladı

Akşam Ebesi

Alt mı Üst mü

İsim Şehir

Tuzluk

Kâğıt Bebekler

Futbolcu Kartları

Çivili Futbol

Alman Kale / Japon Kale

Kibrit Kutuları

Kızma Birader

Amiral Battı

Boru Külâh (Tüf Tüf)

Çivi

Evcilik

Lâstik

İp Atlama

Mendil Kapmaca

Üfürme Sepetli Top

Çatlak Patlak

Kız Kaçıran / Çatapat

Frizbi (Tencere ya da çöp kovası kapağından)

Şakşak / Çınçın

Solo Test

Hula Hop

Pervane

 

 

– o –

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page