
Kaçık
Mahalleyi mahalle yapan özelliklerden biri de aklı kıt kimi tatlı kaçıklara gösterdiği derin hoşgürüdür bence. Kambersiz düğün olmayacağı gibi delisiz bir mahalle de düşünülemez sanki. Kimin daha akıllı ya da mutlu olduğu ise ne büyük çelişki?!.
Sağ kolunu –Hitler selâmı verircesine– yukarıda tutup yürürken bu kolunu hiç bükmeyen ve yere paralel olarak öne arkaya sallayan Mühendis Bey vardı örneğin. Yaşını, kırlaşmış şakakları ele verirdi. Düzgün ve temiz giyinirdi. Kimseye bir zararı dokunmaz; gün boyu mahallede, Park’ta, çarşıda dolaşırdı durmadan. Hızlı hızlı yürürdü. Sol kolunu ise hiç ayırmazdı gövdesinden, yapışık tutardı. Uzay mühendisi olduğu ve bir ömür ABD’de çalıştıktan sonra böyle döndüğü söylenirdi Gönen’e. Üstün zekâsından mı, yoksa tüm bildiklerini unutması için NASA mı getirmişti onu bu hâle? Bilinmez…
Yukarı mahallede oturmasına rağmen yolunu sık sık bizim mahalleye de düşüren Şeref vardı sonra. Çingeneydi… Genç irisi bu delikanlı, yaz-kış sadece pijama altı ve kirli bir atlet ile dolaşır ve olur olmaz küfrederdi herkese. En büyük zevki, ayakkabı ya da terliklerini evlerin çatılarına fırlatmaktı. Bu yüzden çıplak ayaklı olurdu çoğunlukla. Mahallenin aklı başında (!) delikanlılarının isteğiyle pijamasını indirip orasını açar ve organını gösterirdi kızlara. Delikanlılar kahkahayı patlatınca da deli gibi eşlik ederdi onlara… Çekinirdik doğrusu Şeref’ten. Kimin aklının daha sağlıklı olduğunu bilmeden!
Ama hepsi bir yana en mutluları Hayati’ydi kuşkusuz. İlle de Hayati… Kendi kendine mırıl mırıl konuşur ve gülümserdi sürekli. Ailesinin hâli vaktı yerindeydi. Pırıl pırıl giydirilir, sakal tıraşı yaptırılır, öyle salınırdı sokağa. Sabahtan akşama kadar yüzündeki o eşsiz gülümsemesi ile birlikte dolaşır ve izmarit toplardı yerlerden. Müthiş tiryakiydi çünkü. Biri sigara ikram ettiğindeyse ondan mutlusu olmazdı artık… Hâlâ hayattaymış Hayati. Yetmiş küsur yaşında; saf, katıksız bir mutlulukla ve dudağının kenarında sigarasıyla…
O tatlı kaçıklar kadar olmasa da, ben de mutluluğa kaçış plânları kurmuştum çocukken. Hatta bu plânlarımdan birini gerçekleştirme başarısını gösterip bir akşam üstü kaçmıştım evden. Hangi kabahati işleyip de bu yola başvurduğumu bilmiyorum desem yalan olur şimdi. Haklıydım çünkü kaçışımda. Küsmüştüm evdekilere fena hâlde…
Küçükken en büyük hayâlimdi bisiklet sahibi olmak. Çok değerli bir hayâldi bu, anlamı büyük. Pedalına bastın mı, bütün yollar senin olurdu çünkü. Bir tür özgürlük ilânıydı sanki, rüzgârla yarışarak. Park’ta dolaşmak, çarşıda turlamak ya da uzak mahalleleri keşfe çıkmak…
Ama sürekli kafasını-gözünü yaran, orasını-burasını doğrayan Ogün vardı bir de evde. Bisikletin nasıl kullanılması gerektiği konusunda bana güvenleri tam olsa da, aynı güveni vermiyordu sanırım abim, babamla anneme. Devamlı erteleniyordu bu yüzden, ha bugün ha yarın alınması beklenen o bisiklet. Sünnetimiz bile gelip geçmişti işte; kollarımıza takılan Nacar marka saatlerle yetinerek.
Sonunda nasıl bir güvence verip ikna etmiştik bilmiyorum ama, kabul edilmişti hayâlimiz. Yaz gelir gelmez alınacaktı bisikletimiz. Bütçesi de ayarlanmış (o zamanlar çok pahalı olurdu meret), üstüne harçlıklarımız ve bayram paralarımız da eklenince iyice yaklaşmıştık o iki tekerlekli özgürlüğe.
Ancak bisikletimize kavuşmadan tam bir gün önce, arkadaşının bisikletiyle takla atınca Ogün, vazgeçiverdiler annemle babam aldıkları karardan. Üstelik bisiklet parasıyla (kuruşu kuruşuna) koridora –çok lâzımmış gibi– yolluk halı aldılar. Şaka sanmıştım önce. Dalga geçiyorlar diye geçirmiştim içimden. Ama yerdeki halıyı görünce, kaçmıştım ben de evden işte!..
Değişmez kuraldır: En geç akşam ezanı okunduğunda eve dönülmelidir. Bu sefer dönmeyince ben, hâliyle meraklara kapılmıştı ailem. Hava kararmıştı çoktan. Abim ile babam sokak sokak dolaşıyor, annem ise balkondan ismimi bağırıyordu durmadan. Ben ise çok uzaklarda değildim aslında. Sadece bir kat yukarıya çıkmış (kaçmış) ve apartmanın terasına saklanmıştım o anda. Ve olan biteni izlerken, hâlâ daha öfkeliydim, inmiyordum aşağıya…
Tüm mahalle ayağa kalkmışken, sonunda babamın yengesi Mahmure, evinin arka bahçesinden baktığında şıp diye görüvermişti bu satırların yazarını. Bisikletle mutluluğa kaçış plânlarım sona ermişti böylece…
İyi bir ceza kesilmiş miydi o akşam hesabıma, hatırlamıyorum şimdi. Ama ne bisiklet alındı bana, ne de hayâlini kurabildim bir daha…
Oysa geçen yıl, iki tekerlekli ikinci bisikletine henüz sekiz yaşındayken sahip oldu Eylül Ada. İlk hevesle sadece birkaç kez gördüm üstünde. Şu anda o cânım bisiklet, öylece duruyor kapımızın önünde.
Deli olmak işten değil, değil mi?
– o –