
Domates
Nane bahçesinin domatesleri kızarmaya başladıktan bir süre sonra, sıra sıra traktörler geçerdi mahallemizin tam ortasından. Arkasına bağlanmış römorkları, tepeleme domatesle dolu olurdu. İda’nın (Kaz Dağı) bağrından kopup gelen Gönen Çayı’nın hayat verdiği geniş düzlüklerde, bereketli topraklarla bostanlarda yetişen bu domatesler; ya toptancı esnafına giderdi ya da o zamanların ünlü markası Oba’nın salça fabrikasına…
Sokaktan geçerken bizlerin “göz hakkı” için yavaşlardı bu traktörler. Aldığı verimden dolayı yüzünde güller açan üretici ya da domateslerin ilk sahibi, römorkların üzerinden birer tane almamıza göz yumar, izin verirdi. Bazen hemen oracıkta bulunan mahalle çeşmesinde yıkar, bazen de sadece üzerimize silip güzelce parlatır ve mideye indirirdik bu eşsiz lezzetleri. Ben yavaş yavaş, tadına vara vara yemeyi sever; hatta önce küçük bir ısırıkla üzerinden delik açıp suyunu emer, yaz sıcağından kuruyan dilimi ve damağımı serinletip susuzluğumu giderdikten sonra da kütür kütür lüpletmeyi tercih ederdim kıpkırmızı domatesimi. Böyle yaptığımda lezzetine daha çok varacağımı bilirdim çünkü…
Güzel ve lezzetliydi o yıllar. Tüm meyve ve sebzeler mevsiminde yetişirdi. Hormon, katkı, GDO gibi kavramlar hayatımıza girmemişti henüz. Kendi kendine yetebilen sayılı ülkelerin başında gelirdi yurdumuz. Yanlış nüfus politikalarıyla “hele bir 60 milyon olalım”, arkasından da “hele bir 70 milyon olalım” diye diye bugünlere geldik sonunda. Ama bereketi kaçtı bir kere tüm topraklarımızın. Zehir işledi her karışına. Yerli tohum bile kalmadı hiçbir yerde. Her yıl yenisini ithal etmek zorunda kalıyor artık zavallı üreticilerimiz…
Öte yandan organik gıdanın değerini, çok şükür ki, anladık bugün. Ama hormonhânelerin (sera) yaz-kış sürekli sunduğu meyve ve sebzelerde, eski lezzetleri aramayın boşuna. Belki renkleri ve hepsi bir boy biçimleri pek çekici. Koku ve tat ise ancak o günleri yaşayanların anılarında gizli…
– o –