
Kökler
Ben, anneannemi hiç görmedim. Ancak her çocuğun bir anneannesi, bir babaannesi ve iki de dedesi olması gerektiği inanıcıyla; benimki hayatta olmadığı için babamın anneannesini kendi anneannem bildim. Ve ona, diğer altı torun çocuğu kuzenlerim gibi Ayşe Nine değil, tıpkı torunlarının dediği üzere anneanne diye seslendim.
Çocukluğuma dâir en mutlu hatıralar arasında yer alan bu muhteşem ve aynı zamanda da muhterem kadının, bugüne kadar tanıdığım en zeki, en çalışkan ve en güzel insan olduğunu şimdi burada rahatlıkla söyleyebilirim. Ama onu anlatmaya geçmeden önce, köklerime, Semiha Hanım’dan başlamanın daha doğru olacağını belirtmek isterim.
Her insan, sevdiklerini zamansız kaybedince onları anılarıyla yaşatır. Acıları ne kadar derin olursa olsun, bir süre sonra yaraları kabuk bağlar ve kaybedilen kişi her zaman iyi yönleriyle hatırlanır. Çünkü güzel hatıraların, insana mutluluk veren bir etkisi vardır ve hatıraların akla düştüğü şimdiki zamanı yani bugünü de mutluluk içinde geçirmenizi sağlar.
Annemin annesi Semiha Hanım’ı, ben daha çok mağrur fotoğraflarından tanıdım: Derin bakışları, biraz hüzünlü ve kederli duruşu, nârin, incecik ve zarif bedeniyle sanki dokunsam kırılacakmış gibi bir his uyandırırdı içimde. Bu hisse kapılmamı sağlayan asıl neden ise annemin ona dâir anlattıkları ve özlemle dolu hatıralarıydı.
Reşat Nuri’nin romanlarındaki hayatlara benzeyen bu hatıralarla büyüdüm diyebilirim ben.
•••
Cumhuriyet yeni ilân edilmiş, Keşşafzâde Ahmet Bey’in büyük oğlu Osman Nuri’ye çalışmakta olduğu bankadan cazip bir teklif gelmiştir. Ziraat Bankası’nın Mudanya Şube Müdürlüğü’dür bu teklif. Mudanya’ya gidecek ve banka binasının tadilatıyla lojman inşaatı dâhil her türlü ayrıntıyla bizzat yerinde ilgilenecektir. Doğma büyüme İstanbullu olan Osman Nuri Bey, bu teklifi genç Cumhuriyet’in bir emri olarak kabul eder; iki kızı ve karısıyla birlikte Salacak’taki baba ocağı yalıyı ardında bırakarak Mudanya’ya gider. Sene 1925, aylardan şubattır. Büyük kızı Feriha üç, Semiha ise henüz iki yaşındadır. Gücü kuvvetiyle tam bir Osmanlı kadını olan Zehra Hanım da hayatlarının bu yeni güzergâhından ziyadesiyle memnundur. Çünkü Balkan göçmeni olarak geldiği Bursa’dan İstanbul’a genç yaşta gelin gitmiş ve aklının bir köşesinde memleketi olarak benimsediği Bursa, büyük bir özlem içinde kalmıştır. Şimdi Mudanya’ya gitmek, Bursa’ya dönmekle birdir onun için… Üstelik son derece despot bir adam olan kayınpederinin evinden uzaklaşmak adına da iyi bir fırsat...
Bu görev, babasının otoritesi karşısında sürekli ezilen, belki de sırf bu nedenle otuz dördüne kadar evlenemeyen Osman Nuri Bey için de anlamlı bir kaçış olacaktır.
Osman Nuri Bey, bu heyecanla yeni görevine büyük bir istekle başlar. Tuttuğu işçilerle birlikte omuz omuza vererek bir an önce inşaatın tamamlanması için var gücüyle çalışır durur. Karısı ve kızları için Bursa’da bir ev tutmuştur. Hafta sonları yanlarına gitmekte, zamanının büyük bir kısmını ise şantiyede geçirmektedir. İnşaat ne kadar çabuk biterse ailesine kavuşacağı ve hiç ayrılmayacağı günler o kadar yakındır.
Ancak müdürlüğünü yaptığı banka şubesi ile lojman binasının açılışını hiçbir zaman göremez Osman Nuri. İnşaatın bittiğini de… Kuzey rüzgârlarına açık alanda işçileriyle birlikte işçilik yaparken üşüdüğünü, ama çok üşüdüğünü hissetmez, rüzgârın ciğerlerine kadar işlediğini bilmez. Yataklara düşer. Zatürree olur. Penisilin yoktur. Ölür.
Öldüğünde otuz sekiz yaşındadır.
•••
Ziraat Bankası Mudanya Şubesi’nin tarihinde önemli bir yapı taşı olan büyük dedemin izlerini hem İstanbul’da yaşadığım yıllarda, hem de yolumun Mudanya’ya düştüğü zamanlarda çok aradım ben: Gidip şube duvarlarına dokunurdum. İçeri girip sıradan bir müşteri gibi otururdum. Bankanın karşısındaki parkta bir köşeye ilişip uzun uzun binaya bakar, seyrederdim. Bitişiğindeki lojmanın pencerelerinde bir ışıltı ya da bir gölge gördüğümde heyecanlanır, o gölgeyi ya da ışıltıyı takip etmeye başlardım. Sonra da rüzgârın sesini dinlerdim. Duyduğum, her zaman içime işlemiştir.
Şehir Tiyatroları’nda çalışırken ise Salacak’taki yalının çoktan yıkıldığını bile bile, bazı günler yolumu Üsküdar tarafına düşürür ve sahilden Kadıköy’e doğru inerken hep o yalıyı düşlerdim. Büyük dedemle büyük annemin yaşadığı hayâlî yalıyı adım adım arar; ve küçük Semiha’yı, bir zamanlar Kız Kulesi’nin hemen karşısında olduğu söylenen bu yalının bahçesinde oyun oynarken bulacağımı zannederdim. Cumhuriyet’in ilânından altı gün önce, 23 Ekim 1923’de doğan Semiha, bazen düşlerimden sıyrılıp çıkar, ete kemiğe bürünür ve Kadıköy’e, hatta Feneryolu’ndaki evime kadar sahil boyunca benimle birlikte gelirdi. Ben de elinden tutardım anneannemin. Çünkü kimi zaman koşmaya, benden uzaklaşmaya başlardı; düşüp de dizlerini kanatmasını istemezdim yürümeye daha yeni başlamış küçük Semiha’nın…
•••
Büyük annem Zehra (ya da kendi deyişiyle Zühre) Hanım, kocasını otuz sekiz yaşında toprağa verdikten sonra bir daha İstanbul’a dönmek istemez. İlk gençliğinin geçtiği memleketine temelli yerleşir. Genç yaşta dul kalmasına rağmen tekrar evlenmeyi de düşünmez. Yalıda geçen günlerine tezat terzilik yaparak ve Bursa’daki hısım akrabaların da yardımıyla kızlarını tek başına büyütür. Her ikisini de okutur ve Bursa Muâllim Mektebi’ne yazdırır. Büyük kızı Feriha, öğretmen olup da Malatya’ya tayini çıktığında ise Bursa’dan göçmeye karar verir. Çünkü bugüne kadar hep beraber olmuşlardır, en büyük zorluklara, babasızlığa ve acılara birlikte göğüs germişlerdir. Bundan sonra da öyle olacaktır.
Öğretmen okulunun son sınıfına geçen Semiha’nın naklini, Malatya’daki düz liseye almak üzere hazırlanırlar ve yola çıkarlar. İki gün iki gece süren bir yolculuktan sonra sabaha karşı Malatya’ya varırlar. Tren garının içindeki yirmi dört saat açık postanenin bir köşesinde; birkaç parça eşyaları, denkleri ve irili ufaklı çanta ve bavullarıyla birlikte sabah olmasını beklerler.
Gün ışırken postaneye bir adam gelir. Malatya’da görev yapmakta olan bu ilköğretim müfettişi, yorgunluktan gözkapakları zor açılan ve ısınmaya çalışan bu insanlara pek acır. Çukurova köylüsü anasına para gönderdikten sonra yanlarına yaklaşır ve merakla dertlerini anlamaya çalışır. Büyük kızın öğretmen olarak şehre atandığını öğrenince ise hemen kendini tanıtır.
Onlara, hiçbir iz bilmedikleri, kimseleri tanımadıkları bir yabancı şehirde, teklifsizce kol kanat gerip yardım eden bu adam, şu dünyada tanıdığım en merhametli insan olan dedemden başkası değildir.
•••
Kendini bildi bileli Adana’nın Misis köyünde ırgatlık eden Topal Halil ile Tayyibe Hatun’un oğlu olarak dünyaya gelen İsmail, on yaşına kadar köyünden dışarı hiç çıkmaz, okumak istese de okuyamaz. Çünkü savaş yıllarıdır. Memleket bir savaştan diğerine koşmakta, cephe üzerine yeni cepheler açılmaktadır. Balkan ve Trablusgarp derken şimdi de tüm dünya milletleri savaşa tutuşmuş, okul çağına gelen İsmail ise köyünde mahsur kalmıştır. Ama günlerini anasıyla birlikte Çukurova tarlalarında çalışarak ve Toros yaylalarında çobanlık ederek geçirse de aklının bir köşesinde hep okumak vardır. Üstelik yedi yaşındayken kaybettiği babasına da söz vermiştir: Okuyacaktır.
Dileği, 1921 yılında gerçekleşir. Tam on yaşında okula başlar İsmail. Ama geç başladığı eğitimine büyük bir hırs ve azimle devam eder. İlkokuldan sonra Ankara’ya gelerek parasız yatılı olarak ortaokula yazılır. Arkasından Ankara Muâllim Mektebi’nde yine parasız yatılı eğitimine devam eder. Zaten hiç parası yoktur. Yaz tatillerinde bile yıllarca okulda kalır. Köyü burnunda tüter.
1931’de ilkokul öğretmeni çıktığında aklı hâlâ okumaktadır. Yüksek tahsiline devam edecek ve pedagog olacaktır. Gazi Terbiye’nin sınavlarına girer ve birincilikle kazanır. Sonra öğretmen okulundan mezuniyeti nedeniyle verilen parayla kendine bir takım elbise diktirir. Gidiş dönüş tren biletini cebine koyar. Elinde diplomasıyla yıllar sonra köyüne koşar. Babasının mezarını ziyaret eder, anasının elini öper.
Ancak tatil bitip de Ankara’ya geri döndüğünde İsmail’i acı bir sürpriz beklemektedir. Çünkü üniversiteye kaydolmak için para gerekmektedir. Oysa genç adamın hiç parası yoktur ki!.. Üç ay önce okuldan verdikleri parayı harcamış, kalanını da gelirken anasına bırakmıştır.
Çaresiz, ilkokul öğretmeni olarak atanmasını ister. Tayini Mersin’e çıkar. Orada bir yıl boyunca öğretmenlik yapar. Bir yıl sonra ise Gazi Terbiye Pedagoji Bölümü’nü yine birincilikle kazanıp biriktirdiği parayla yüksek tahsiline başlar; İsmail Hakkı Tonguç ile burada tanışır, öğrencisi olur. Tonguç ve fikirlerinden etkilenmemek mümkün değildir. Aydınlanma, önce köylerden başlayacaktır.
1936’da pedagog unvanıyla mezun olduktan sonra iki yıl süren askerliğini de tamamlar. Bakanlık Müfettişi sıfatıyla ilk görev yeri ise Malatya olacak ve burada genç müfettişin eğitime ve özellikle de hayata bakışı, merkezinde insan sevgisi bulunan müthiş bir hümanizmaya yükselecektir.
Daha çok, 1934’de üniversitede okurken aldığı soyadıyla tanınan ve herkesin Teoman Bey diye çağırdığı İsmail, Malatya’da görev yaptığı ilk yıllarda halk tarafından çok sevilen ve sayılan bir isim olarak sivrilir. Çocuklarla arası muhteşemdir. İnandığı değerleri sonuna kadar savunurken, halkının bilinçlenmesi ve aydınlanması için de var gücüyle çalışmaktadır. Tabii bu arada evlilik zamanı da çoktan gelmiştir. Üç yıldır Malatya’da olduğu düşünülürse, artık tam otuz yaşındadır.
Ama onun gönlü, iki yıl önce postanede görüp yardım elini uzattığı Bursalı ailenin küçük kızında kalmıştır. Büyük kız Feriha, Malatya eşrafından tanınmış bir aile olan Talu’lara gelin giderken, Teoman Bey’in de onayı alınmıştır. Bu sefer ise Teoman Bey’e Enişte Bey yardımcı olacak ve Semiha ile İsmail 1941 yılında dünya evine gireceklerdir.
1944’de dayım, bir yıl sonra da annem Malatya’da doğar. Adana’yı hatırlattığı için dayıma Seyhan ismi konur. Anneme ise abisiyle kafiyeli olsun diyerek Senay denir. Ancak anneannem de kendi memleketi Bursa’ya gönderme yapmak isteyince Senay’ın önüne bir de Nilüfer eklenir. Böylece her iki memleketin ırmakları çocukların isimlerinde akar.
Aile, 1947’ye kadar Malatya’da yaşar. Arkasından bir zamanlar Türkiye’nin ilk köy enstitüsü olan Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ne yeni adıyla ise Hamidiye Öğretmen Okulu’na başöğretmen olarak tayini çıkar Teoman Bey’in. Burada geçirdikleri yıllar, çocuklar için müthiş bir macera tadında olsa da, diğer yandan özellikle Semiha Hanım adına son derece sıkıntılıdır. Zaten yeteri kadar nârin ve ince ruhludur kendisi. Ruhsal uçurumları, ilk olarak bu köyde derinleşir.
Sağlığı iyiden iyiye bozulmaya başlayınca köyden şehre taşınır aile. Teoman Bey, Eskişehir Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olmuştur. Ama Semiha Hanım, bir daha eski sağlığına kavuşamaz. Florence Nightingale’de gördüğü elektroşoklar neticesinde, iyice hayata küser. Kanser de bu dönemde nüfuz eder genç kadının bedenine. Zaten kırılgan olan yapısı büsbütün sarsılır. İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırılsa da tedaviye cevap vermez.
11 Mayıs 1962’de öldüğünde henüz otuz dokuz yaşındadır. Babasından sadece bir yıl fazla yaşamıştır.
•••
Keşif Defteri’min girişinde şöyle yazmıştım: “Hayat zaten böyle bir şey. Nehre bir sal indiriyorsunuz ve akıntının sizi sürüklemesine izin veriyorsunuz. Ancak bazen sular duruluyor, yelkeniniz varsa ve onu açsanız bile nâfile, yaprak kımıldamıyor. İşte o zaman kürekleri elinize almanız gerekiyor. Ama işin en zor kısmı bu da değil. Çünkü çoğu zaman akıntıya karşı ilerlemek zorunda kalıyorsunuz.”
Annem için de hayat buna benzer zorluklarla sürdü. Ama on yedisinde kaybettiği annesini hiç unutmadı. Onu özlemle andı, anlatarak yaşadı ve yaşattı.
•••
1964’de dedemin tayini Balıkesir’e çıkar. Ama yeni görevi bir atamadan çok, sürgün gibidir. Her zaman Halk Partili olarak tanınan bu idealist adam, AP hükümeti tarafından bir anlamda kendi yerine atanan Milli Eğitim Müdürü ile anlaşamamaktadır. Balıkesir’deki yeni görevi ise müfettiş olarak tekrar köy köy dolaşmaktır. Teoman Bey emekliliği gelmesine rağmen görevi kabul eder. Ancak giderken kendisini gönderene “vallah billâh beyim” der, “en nazik kemiğin kırılır inşallah” gibi bir dilekte bulunmayı da ihmal etmez. Bu dileğin gerçekleşip gerçekleşmediğini elbette bilemiyoruz.
Annem ve dedem Balıkesir’e yerleşedursun, dayım Eskişehir’de kalarak İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ndeki eğitimine devam eder. Yıllar önce Malatya’dan göçerek İstanbul’a gelen ve yine yıllar süren mahkemeler sonucunda elindeki Osmanlı tapularını ispatlayarak Malatya’daki koskoca İstasyon Caddesi’ne boylu boyunca ve sağlı sollu tekrar sahip olan Enişte Bey ile büyük teyzem Feriha’nın oğlu Ersin de dayımla birlikte okumaktadır. İki teyze oğlu son derece iyi anlaşmakta, Akademi’nin Öğrenci Birliği’nde birlikte çalışmakta ve bir yandan doktorasını yaparken, diğer yandan da Birlik Başkanlığı görevini yürüten Yılmaz Büyükerşen’le politik anlamda da aynı saflarda yer almaktadırlar. Bildiğiniz üzere Büyükerşen, ilerleyen yıllarda önce Anadolu Üniversitesi’nde, arkasından da üst üste kazandığı belediye seçimleriyle tüm Eskişehir’de mucizeler yaratacaktır.
Bu noktada, annem ile dedemin Balıkesir günlerine dönmeden önce köklerimin uzandığı diğer dallar için küçük bir parantez açmakta yarar görüyorum: Ersin Dayım, Akademi’yi bitirdikten sonra bankacı olur. Yapı Kredi Bankası’nda uzun yıllar çalışır. Bir yandan da politik faaliyetlerine devam etmektedir. Ancak 34 kişinin katledildiği 1 Mayıs 1977’deki Taksim olaylarından sonra –ki kendisi de o gün oradadır– son derece radikâl bir kararla İstanbul’dan kaçıp Malatya’daki babadan kalma çiftliğe yerleşir. Üç oğlunu orada büyütür. Bu arada kalan mirası kız kardeşiyle birlikte afiyetle tüketir. Otuz küsur yıldır, baba toprağı Malatya’da yaşayan Ersin Dayımın, bugün, eski tüfek solcuların çoğu gibi son derece muhafazakâr bir hayat sürdüğünü, ama her yıl bize bahçesinden kendi elleriyle topladığı organik kayısıları düzenli olarak göndermeye devam ettiğini de belirtmeliyim. Kız kardeşi Füsun Teyzem ise mimardır. Kendi gibi mimar eşi ile birlikte İstanbul’da yaşar. Abisinin aksine sol çizgisinden hiçbir zaman ödün vermemiştir. Bugünlerde dünyayı dolaşmakla meşguldür.
Seyhan Dayıma gelince… Şu anda İzmir’de yaşıyorsam, bu biraz da onun sayesinde olmuştur diyebilirim. Akademi’yi bitirdikten sonra Topçu Asteğmeni olarak geldiği İzmir’i pek beğenen dayım, askerlik sonrası İzmir’e yerleşmeye karar verir. Emekli olan dedem de ona katılır. Dedemin emekli ikramiyesi ile bir tane Karşıyaka’da, bir tane de Küçükyalı’da ev alınır. Hâlen dahi dayım Karşıyaka’da, annem ise Küçükyalı’daki bu evlerde yaşamaktadır. Dayım, Halk Bankası’nda müdürlüğe kadar yükselmiş son derece başarılı bir bankacıdır. Emekli olduktan sonra da müthiş enerjisiyle çalışmaya devam etmiştir. Belediye şirketlerinde ve kimi özel kuruluşlarda genel müdürlük yapmıştır. 2002 seçimlerinde Rahşan Hanım’ın ısrarıyla, o yaşına kadar CHP’li olmasına rağmen DSP’de aktif politikaya başlamış, milletvekili adayı olmuş, arkasından il başkanlığında bulunmuştur. Biri mühendis, diğeri müzisyen iki oğlu vardır. Eğer sayfiye evinin bahçesinde, çapa yapıp çiçek ekmekle ya da günün herhangi bir öğünü için mangalı hazırlamakla meşgul değilse, zamanını daha çok sevgili yengemle birlikte gezerek ya da torunlarını severek geçirmektedir.
Bu kısa uzantıdan sonra artık Balıkesir’e dönebilirim. Çünkü asıl gövdem, orada yeşerecek benim…
Annem gecikmeli de olsa 1964 yılında yüksek eğitimine Balıkesir’de başlar. Necati Bey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne kazanır. Ama bu okulu bitirmeyi asla başaramayacaktır. Çünkü yan şubede, kendisiyle aynı yaşta, sarı saçları, deniz mavisi gözleriyle son derece yakışıklı Gönenli bir genç vardır. Adı Mesut olan bu genç, yaklaşık altı yıl sonra benim babam olacaktır.
•••
Tarihte 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’nda, Kafkas ve Tuna cephelerinde bozguna uğrayan imparatorluk; bir yandan hızla çöküşe doğru sürüklenirken, diğer yandan da savaştan kaçan yaklaşık bir milyon insan için yeni yurtlar aranmaktadır.
Bu göç dalgası sonucu 1881'de Balkanlar’dan yola çıkan bir grubun içinde, yedi yaşındaki Mustafa ile iki buçuk yaşındaki Fatma Edibe de bulunmaktadır.
Hancı İsmail Efendi’nin oğlu Mustafa ve ailesi, Razgrad’dan katılırlar göçe. Günümüzde kuzeydoğu Bulgaristan'da Deliorman bölgesinin baş şehri olan Razgrad'da kırk odalı bir hanları bulunan aile, bir anlamda otelcidir. Yolu Razgrad’a düşen yorgunlarla gezgin ve kâşiflere hizmet vermektedir. Lâkaplarının ise Kurtoğulları olduğu bilinmektedir.
Maaile, Anadolu'ya ulaştıktan sonra bir kolları İstanbul'da kalır. Diğer hısım akraba Bozüyük'e yerleşirken, bir kolları da Bandırma'ya ve Gönen'e kadar gelir. Bir kısmı ise Balıkesir'e uzanır. Nâm-ı değer cihan pehlivanı Kurtdereli Mehmet Pehlivan da Balıkesir'e yerleşen bu hısım akrabanın içinde bulunmaktadır. 1.95'lik Kurtdereli, hayatı boyunca hiç yenilmeyecek ve başarısını yıllar sonra şu sözlerle özetleyecektir: “Güreşirken bütün Türk milletini yanımda hisseder ve onun şerefini korumak için her şeyi yapardım. Ve sanki bütün Türk milletinin kuvvetinin, benimle birlikte olduğunu hissederdim.” Bu sözlerinin, 1931 yılında bizzat Atatürk tarafından 1.000 lira ödül verilmesine neden olacağını belirtelim.
Rivayet olunur ki, İstanbul'a yerleşen uzak akrabalardan birinin 1897'de bir kızı olur. 1916'da Miralay İsmet Bey ile evlenecek olan bu kız çocuğunu ise tüm Türkiye, Mevhibe İnönü olarak tanıyacaktır.
•••
Mustafa ve ailesi, Gönen'i yeni yurtları biledursun, Pilevne Niğbolu'dan (bugünkü adıyla Nikepol - Kuzey Bulgaristan) yola çıkan Fatma Edibe ve ailesi Bandırma'da karar kılarlar. Ve bu iki göçmen çocuğunun hikâyesi bir şekilde kesişir. 1891'de Gönen’de evlendiklerinde Fatma Edibe on üç, Mustafa ise henüz on yedi yaşındadır. Biraz büyüdüklerinde ilk çocukları olur; Hulusi 1896'da doğar. Arkasından Rıza 1903'de, Ahmet ise 9 Mart 1912'de dünyaya gelir. İşte bu çocuklardan en küçüğü olan Ahmet, benim dedemdir.
Razgradlı Mustafa Efendi, Gönen’de baba mesleği olan hancılığa başlar. İşleri baştan iyi gider. Ancak arka arkaya gelen savaşlar ve imparatorluğun çöküşünden kaynaklı sıkıntılar sonucu han kapanır. Bunun üzerine ticarete atılır; küçük bir dükkân kiralar ve burada Bandırma’daki amcası gibi kuru kahve, tütün, şeker satmaya başlar. Ancak Birinci Dünya Savaşı çıkınca sıkıntılar da artacaktır.
Günlerden bir gün dükkânın yanındaki kahvehâneye bir asker gelir. Binbaşı rütbeli bu Osmanlı subayının atını dizginlemeye çalışan büyük oğul Hulusi’ye babası biraz içerler ve “sen bu adamın uşağı mısın bre oğlum” der. Ancak asker bu lâfları duyup sinirlenir. Artık nasıl olduysa olay büyür. Mustafa Efendi, bilinmeyen bir yere sürgün edilir.
Sürgünde geçen hayatı acı ve çile doludur; lâğım kapaklarının üzerinde uyur, yağmur sularını içerek hayata tutunur. 1919'da bitkin ve göğsü mosmor bir hâlde memleketine dönebilmeyi başarsa da çok yaşamaz. Ölür.
•••
Sanırım eskiden insanlar daha hoşgörülüydü. Kin tutmaz, nefret etmez ve asla küs kalmazlardı. Büyük dedem Razgradlı Mustafa Efendi’yi bir anlamda ölüme gönderen o askerin (Tevfik Pelvan) ardıllarıyla da herhangi bir husumet yaşanmadı daha sonrasında. Tam aksine kız alıp vererek akrabalık bağı bile kuruldu. Bu konuya ileride yeniden dönmek isterim.
•••
Son derece dindar bir kadın olan ve iyi Kuran okuduğu için Hâfızhanım olarak tanınan Fatma Edibe, baba ocağı Bandırma’ya dönerek oğullarını tek başına büyütür. Büyük oğlu Hulusi, Adapazarı’nda demiryollarında çalışmaya başlamıştır. Rıza ve Ahmet ise türlü işlere girip çıktıktan sonra 1940 yılında tekrar Gönen'e yerleşecek ve hayatlarını burada kuracaklardır.
Bu noktada bir parantez açarak, Ahmet ile ailesinin soyadlarının neden farklı olduğunu açıklamak isterim: 1934'de Soyadı Kanunu çıktığında dedem, toplam dört yıl sürecek askerliğinin üçüncü yılındadır. Bir gün tüm askerlere memleketlerine mektup yazarak, aile büyüklerinin hangi soyadını aldığının öğrenilmesi emredilir. Ancak Ahmet'in beklediği mektup gecikince, şoförlüğünü yaptığı Paşa, kendisine TDK'ın yeni türettiği Uçak soyadını önerir. Dilerse, askerliği bitip memleketine döndüğünde değiştirebileceğini ve ailesinin geri kalan üyeleriyle aynı soyadını alabileceğini de sözlerine ekler. Ahmet böylece Uçak olur. Ama bu soyadını alırken bile, değiştirmeyi aklından geçirmeyecek ve hayatı boyunca Uçak soyadını gururla taşıyacaktır. Annesiyle birlikte amcası Ali Efendi ve abileri ise ata topraklarında kalan lâkapları Kurtoğulları'na ve Razgrad’ın Kemallar-Mumcular (bugünkü İsperih) köyündeki evlerinin yakınında bulunan Bektaşi dedesi Pehlivan Hasan Demir Baba’nın tekkesine gönderme yaparak Kurtdemir soyadını alacaklar, ama her zaman Uçak Ahmet'in akrabaları olarak tanınacaklardır. Bu arada Mehmet Pehlivan'ın da Kurtdereli soyadını benzer gerekçelerle seçtiğini sözlerimize ekleyelim.
İki öz kardeş; Ahmet Uçak ile Rıza Kurtdemir Gönen'de ortak bir iş kurarlar: Gazoz fabrikası açarlar! Aslında basit bir imalâthânedir burası ve bir yandan satış da yapılmaktadır. Yine de bu içecek, Gönen halkı için bir ilktir. Bir süre sonra abisi ile yolları ayrılan Uçak Ahmet, Gönen için ilklerine devam edecek ve otomobil, kamyon, otobüs gibi bilumum motorlu araçları Gönenliler'in hizmetine sunan ilk insan olacaktır. Bu arada yaşı otuzu bulmuş, evlenme zamanı gelmiştir. Onun gönlü ise aynı mahalleden Hacıbeyler’in kızı İfaket’ten başkasında değildir.
•••
Bir zamanlar Gönen’in hemen yanındaki Hasanbey köyünün toptan sahibi olan Hasanbeyler, köylerine 19’uncu yüzyılın sonunda bir şekilde Pomaklar tarafından el konulunca kasabanın merkezine yerleşirler ve burada Hacıbeyler adıyla tanınırlar. Gönen’in yerlisi bu geniş aileden gelen Vehbi, 1917 yılında Ayşe adlı dal gibi incecik bir kızla evlenir. Neftî yeşili gözleri dışında aklı ve zekâsıyla da son derece güzel bir insan olan Ayşe, evlendiğinde henüz on dördüne yeni girmiştir. Vehbi ise on dokuzunda bir delikanlıdır,
Çiftin önce ikiz oğulları olur. Ancak yaşama tutunamaz bu bebekler. Arkasından bir oğulları daha dünyaya gelse de o da ölür. 1 Şubat 1925’de doğan kızları İfaket ise bu yüzden her ikisinin de gözbebeği olarak büyüyecek ve yaşamı boyunca özellikle annesinin “yarım kıymığı” diye sevilecektir.
Sürekli evlerinin önünde dolaşan Uçak Ahmet’in, biricik kızına olan ilgisini önce Ayşe fark eder. Balkan göçmeni bu “muhacir” delikanlıyı, çocukluğundan beri tanımaktadır: Kendi düğününde duvağına basmıştır çünkü…
Bir yaz günü, ortalık cayır cayır yanarken, boynunda ipek fularıyla önlerinden geçen Ahmet’i kastederek “aman bu da ahmak aldatan galiba” diye kızının nabzını ölçer. Kızı ise “ama ona çok yakışıyor” karşılığını verince; hem uzağa gitmesin, hem madem kızın da gönlü var diyerek İfaket’i, Uçak Ahmet’e verirler. Düğünleri 14 Mart 1942 tarihinde yapılır ve yarım kıymıkları bir sokak öteye gelin gider.
Gönen’de hanay adı verilen iki katlı ahşap kâgir bu evde, Uçak Ahmet, ondan önce evlenip çoluk çocuğa karışmış abisi Rıza ile birlikte oturmaktadır. Bu dünyadan ayrıldığı 1962 yılına kadar Bandırma’da yaşayan Hâfızhanım Fatma Edibe ise sık sık misafirleri olmaktadır. Arka arkaya doğan çocuklarla bu iki katlı ev giderek kalabalıklaşacak ve 1953’deki 7.2 şiddetindeki depremde ciddi zarar görene dek maaile hep beraber yaşayacaklardır.
1945’de babam, 1947 ve 1948’de Mefharet ve Meserret Halamlar, bu evde dünyaya gelirler. 1953’de eski evin yerine tek katlı, arka bahçeleri ortak, mimari üslupları ise ikiz olan yeni evler yapılır. Yapı taşları yine ahşap kâgirdir. Bugüne kadar birlikte yaşamış, aynı ocağı ve sofrayı paylaşmış iki aile artık komşu olmuşlardır. Erkek evlât niyetine isimleri baştan konan Hikmet Halam 1956’da; hala-yeğenden çok abla-kardeş gibi birlikte büyüdüğümüz Hidayet Halam ise 1960’da bu yeni evde doğar. İkiz evlerin içlerindeki yeni sahipleriyle birlikte günümüzde hâlen dahi yerli yerinde durduklarını belirtelim.
Uçak Ahmet’in işleri başlangıçta son derece iyi gider. İki ailenin geçimi büyük oranda onun üstünde olsa da gece gündüz çalışarak filosunu büyütür ve rahat bir hayat sunar evdekilere. Öyle ki, Gönen’de kimsede radyo yokken, alıp da evlerine koyan tek aile Uçaklar’dır. Akşam olduğunda Ajans Haberleri, tüm mahalleye Aga marka bu radyodan yayınlanmakta ve konu-komşu cihazın lambası ısındıktan sonra bir ses duyabilmek ya da Zeki Müren’den içli bir şarkı dinleyebilmek için heyecanla evin önünde toplanmaktadır. Rivayet olunur ki, Müren’in kimi şarkılarına bazen babaannem de eşlik etmektedir. Neşe ve hüzün durumuna göre değişen repertuarında ise şu şarkıların ve türkülerin bulunduğu bilinmektedir; “talihin elinde oyuncak oldum”, “darıldım mı cicim bana”, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”, “benim yarim gelişinden bellidir”, “gözleri aşka gülen”…
Ancak bu neşeli hayat, çok uzun sürmez. Demokrat Parti’nin her alanda iktidara gelişiyle Uçak Ahmet’in işleri de bozulur. Çünkü kasabanın ileri gelenlerinden biri olarak, her türlü ricaya rağmen DP’ye katılmayı reddetmiştir. Cezası, kendisine aylarca benzin ve lâstik verilmemesi olarak kesilir. Yine de yılmaz ve politik çizgisinden ödün vermeden azimle çalışmaya devam eder. Hatta bir ara İstanbul’da bile direksiyon sallar. Ve hayatı boyunca da Halk Partili olarak kalır. Bu çizgisinin temelinde uzak akraba Mevhibe Hanım’ın da bir etkisi var mıdır bilinmez ama, yıllar sonra o sıkıntılı dönemi ve DP’yi reddetmesini şöyle özetleyecektir; “Başım dik dolaşamazdım o zaman.”
•••
Ben dedemi tanıdığımda, araç filosu çoktan dağılmış, kamyon ve otobüsleri siyah beyaz fotoğraf albümlerinde kalmıştı. Bir tek Murat 124’ü vardı. Rengi kırmızıydı. 70’li yılların en popüler bu otomobiline kendi köklerimden doğduktan sonra tekrar dönmek isterim.
•••
Babam, futbola oldukça meraklı bir gençtir. Sadece mahalle aralarında değil, amatör kulüplerde de futbol oynamakta, ailesi ise bunu gelip geçici bir heves olarak görmektedir. Gönen’de lise olmadığı için komşu kasaba Biga’da yatılı okuduğu dönemde, çocukluk arkadaşı Yılmaz Yücetürk ile birlikte kendisine o zamanki 1’inci ligin güçlü takımlarından Ankara PTT transfer teklifinde bulunur. 35.000 lira gibi son derece cazip bir para da teklifin içindedir. Fenerbahçe’nin alt yapısından yetişen ve zaten çizgisini sonraki yıllarda da sadece spor yaparak sürdürecek olan Yılmaz, bu transferi memnuniyetle kabul ederken, Mesut’a izin çıkmaz. Böylece babamın profesyonel futbol hayatı, başlamadan sona erer.
Yine de babam, sonraki yıllarda amatör kulüplerde ve lise takımlarında antrenörlük yapacak, içindeki futbol sevgisini hiç kaybetmeden otuzlu ve kırklı yaşlarında bile haftanın üç günü idmana çıkarak bizimle futbol oynayacak ve müthiş sol ayağıyla inanılmaz goller atacaktır. Abim doğduğunda ise o yıl gol kralı olan Fenerbahçeli Ogün bir yana, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı “o gün”e gönderme yaparak kendisine Ogün ismini koyacak ve abimin profesyonel futbol hayatını, kendi babasının aksine içten bir şekilde destekleyecektir.
Bu arada Yılmaz Yücetürk’ün daha önce değindiğim üzere Razgradlı Mustafa Efendi’yi sürgüne gönderen Osmanlı askerinin torunu olduğunu, abisi Mehmet Zeki’nin sonraki yıllarda politikaya atılarak Balıkesir Milletvekilliği yaptığını, “toto” lâkaplı kardeşi Kemal’in ise Türk Hava Kuvvetleri’nin efsane pilotları arasında yer aldığını, tüm bu isimlerin çocuklarının benim de en yakın arkadaşlarım içinde bulunduğunu, halam Hidayet’in de bu ailenin uzantılarına gelin gittiğini belirtmeli ve bir daha eklemeliyim: Eski insanlar müthiş bir hoşgörüye sahipti, kin tutmaz, nefret bilmez ve asla küs kalmazlardı.
•••
Yeri gelmişken burada bir parantez daha açarak yan dallarıma ve onların bugünkü uzantılarına değinmek isterim. Aslında bu dalların ilerleyen bölümlerde sürekli karşımıza çıkacağını da şimdiden söylemeliyim.
Mefharet öğretmen emeklisidir. Kendi gibi öğretmen emeklisi eşi Mahir ile birlikte İstanbul’da, Gönen’de ya da Ayvalık’taki yazlığında yaşamaktadır. Biri kız, biri erkek ikizleri vardır. Birlikte büyüdüğüm bu ikizlerden Duygu, hava kuvvetlerinde subay olan eşi Erdim ile birlikte İstanbul’da oturur. Oğullarının adı Toprak’tır. Utku ise yaklaşık yirmi yıldır Etiler’deki gece kulüplerinin aranan yıldızıdır. Sahnesinin iyi olduğu söylenir. Çocukken de son derece matrak, komik ve hayâl dünyası bir hayli derin olan Utku, rivayete göre birkaç yıl önce cinsiyetini de değiştirmiştir.
Tüm şişmanlar gibi müthiş bir hayat enerjisine sahip olan Meserret, uzun yıllar terzilik yapmıştır. Belediye emeklisi olan Cengiz eniştemle birlikte İstanbul’da yaşar. Oğulları Umut, lojistik sektöründe çalışmakta olup yeni evli sayılır. Eşi Duygu ise matematik öğretmenidir.
Liseden sonra vergi dairesine giren Hikmet, devlet memuru emeklisi olarak Balıkesir’de yaşar. Yakışıklı kocası Ahmet, Etibank’tan sonra muhasebeciliğe devam etmiş, emekli olunca da memleketi Balya’da aktif politikaya başlamıştır. Ancak babasının izinden giderek CHP’den bir dönem belediye başkanlığına aday olsa da babası gibi kazanamamıştır. Oğulları İnanç, AÜ İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitirdikten sonra yıllarca “cruise” gemilerde çalışarak hem dünyayı dolaşmış, hem de hayatını kazanmıştır. Benim bütün ısrarlarıma rağmen birkaç yıl önce İstanbul’a yerleşen İnanç, TJK’da danışmanlık ve çevirmenlik yapar. Kızları Gözde ise benim cimcimemdir. Okul öncesi eğitim üzerine yaptığı doktorasını tamamlamak üzeredir.
Ve Hidayet, henüz otuz sekizinde emekli olmuş bir İş Bankalıdır. Beni, o zamanlar aynı şubede çalıştığı Eda ile zorla tanıştırmış ve bir anlamda bizi kendi elleriyle evlendirmiştir. Eşi Feridun, ODTÜ İşletme mezunudur ve o da bankacılıktan emeklidir. Yılın büyük bir bölümünü Kuşadası’nda, kışları ise Ankara’da geçiren bu genç emeklilerin biricik oğulları Barış, Bilkent’te Uluslararası İlişkiler okuduktan sonra yüksek lisansını geçen yıl İsveç’te tamamlamıştır. Ancak hiçbir zaman hariciyeci olmayı düşünmeyen Barış, son derece kuvvetli kalemiyle hâlen dahi mizah ve ironi yüklü hikâyeler yazmaya devam etmektedir.
•••
Futbolcu olamayan Mesut, 1964 yılında Balıkesir Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü kazanır. Ve okula başladığı ilk gün, iyi ki Ankara PTT’nin teklifini kabul etmemişiz diye düşünür. Çünkü yan şubede Eskişehirli bir genç kız vardır ve Mesut’un aklı onda kalmıştır. Güzeller güzeli bu kıza önce şiirlerle açılmaya çalışır. Bir yıl boyunca okulun gazetesinde teker teker yayınlar bunları. Ama genç kız aldırmaz bile. Sonra nasıl olduysa açılır ve niyetini belli eder.
Bu iyi niyet ise yaklaşık beş yıl sonra bu satırların yazarının doğmasına vesile olurken; o kökler de beslendiği çekirdek içinden yeni filizler vermeye, tazecik tomurcuklarla bambaşka hayatlara karışmaya ve oradan da farklı gövdelerde yaşamaya devam edecektir. Ama bir yandan bazı dalları kırılacak, bazı yaprakları kuruyacak ve kimi parçaları da tümüyle toprağa karışacaktır. Çünkü adına hayat dediğimiz devinim, aslında böylesi bir döngüden başka bir şey değildir.
Aynı devinim ya da döngü içindeki hayatların, kendi köklerinden gelen yeni gövdelerde yeni hayatlar bulması ve böylece tekrar yaşamaya devam etmesi olasılığı da çok uzak gelmiyor artık bana. İstanbul, Bursa, Adana, Malatya, Eskişehir, Balıkesir ve elbette Balkan coğrafyalarında dolaşıp çok farklı topraklardan beslenen ve ister eğitimci, ister bankacı olsun genelde memur geleneğinden gelen bir mozaiğin ürünü olmam bir yana Keşşafzâde Ahmet Bey ile Hancı İsmail Efendi’nin beşinci kuşak dördüncü göbekten torunuysam eğer şu dünyada, genetik şifrem de çözülmüştür aslında.
Çünkü okur-yazarlığım ile birlikte farklı coğrafyaları keşfetme isteğimin, sadece babamdan kaynaklı bir miras olduğunu bilirdim bugüne kadar ben. Şimdi ise kâşif bir büyük dedem ile yine kâşifler için çalışan başka bir büyük dedemin varlığını yeni öğrendim. Ve; günlerden bir gün Balkanları keşfe çıkıp Tuna’nın güney boylarında dolaşan ve Deliorman’ın geçit vermez meşe, gürgen ve kızılcık ağaçları arasında yolunu kaybettikten sonra bir şekilde Razgrad’a kadar ulaşan Keşşafzâde Ahmet’in, Hancı İsmail’in konuğu bile olmuş olabileceği ihtimalini büyük bir heyecanla içimden geçirdim! Kimbilir?..
İyi de Hâfızhanım Fatma Edibe ile Hacıbeyler’den Vehbi’nin dördüncü kuşak üçüncü göbekten torunu kimdir o zaman?!.
– o –