
Yangın
12 Eylül darbesinden hemen sonra çığlıklarla uyanmıştık gecelerden bir gece. Acı acı çalan sirenlere haykırışlar karışıyor ve “yangın” sesleriyle inliyordu ortalık. Korku ve daha da çok merakla üç katlı apartmanımızın terasına koştuğumuzda (sokağa çıkma yasağı yüzünden inememiştik çünkü aşağıya) anlamıştık gerçeği: Yanıyordu Gönen!
Terası, çatısızdı binanın. Dört bir yanı korkulukla çevrilmiş dümdüz bir zemindi sadece. Bu yüzden, hemen alt katta bulunan evimiz, akvaryuma dönerdi kış geldiğinde. Damlamak ne kelime, oluk oluk akardı duvarlardan yağmur suları. Annem her yere leğenler ve kovalar yerleştirirdi durmadan. Ahşap pervazlar şiştiğinden pencereler kapanmaz, hatta yosun (abartmıyorum) tutardı duvarlar. Tavanlar ise harita gibiydi sanki. Ama her yağmurda yeni kıtaların keşfedilip yeryüzü şekillerinin sürekli değişiklik gösterdiği bir harita… Küf ve rutubet, ilkyazla beraber geçerdi ancak.
Ama bu sefer, çatısız bir apartmanda oturmanın avantajını en iyi biz yaşıyorduk o gece. Heyecanlı bir filmi izler gibi nefesimizi tutmuş, öylece bakıyorduk gökyüzüne yükselen alevlere. Sıcaklığı yüzümüze vuruyor, kıvılcımlar bize kadar ulaşıyordu öte yandan. 100 m bile değildi çünkü yangın yeri ile aramızdaki mesafe. Ama biz büyülenmiş gibiydik. Millet can ve mal derdindeyken, mehtaba çıkmıştık sanki. Ve sabaha kadar, tüm apartman ahalisiyle birlikte izledik bu 3 boyutlu filmi…
Can kaybı olmasa da bilânço ağırdı. Bütünüyle cayır cayır yanmıştı çünkü Gönen’in eski çarşısı. Hemen hepsi tek katlı, genelde ahşap, sıra sıra ve küçücük dükkânlarda barınan ayakkabıcılar, manifaturacılar, çeyizciler, tuhafiyeciler, zücaciyeciler ve peynirciler küle karışmıştı bir önceki gece.
Yangının çıkış nedenini hatırlamıyorum şimdi. Mutlaka geçerli bir sebep, elbet bulunmuştur. Ama yangın yerindeki yıkıntılar arasında günlerce sürdürdüğümüz define oyunu ve o oyundan elde ettiğimiz hatırı sayılır gelir, bugün bile daha çok aklımda kalmıştır benim. Çünkü metal parçaları, demir çiviler ve bakır telleri küllerin arasından eşeleyip çıkarır, tüm bu ganimetleri türlerine göre ayırıp istifler ve günün sonunda hurdacıya götürüp satardık mahalle arkadaşlarımla birlikte. Demir bozukluklar da çıkardı bazen yıkıntıların arasından; ama onları hemen oracıktaki dükkân sahibine teslim eder ve zavallının hayır dualarını alırdık.
O yıllarda her çocuk, harçlığını kendi kazanmaya çalışırdı zaten. Kimi herhangi bir dükkâna ya da bir zanaatkârın yanına çırak olurdu. Kimi ise eski gazetelerle evde kendi hazırladığı bir tutkal (un ve su) yardımıyla yaptığı kesekâğıtlarını satardı. Kimi de boşalmış rakı ve şarap şişelerini toplardı. Her şeyin bir alıcısı mutlaka bulunur ve kazanılan para (eğer aile bütçesine eklenmeyecekse) bir güzel harcanırdı.
Ben ise bu tür işlerde pek beceriksizdim. Örneğin tutkal yapımından hiç anlamaz, kıvamını tutturamazdım bir türlü. Tuttursam bile eski gazeteleri tekrar okurken dalıp gider ve sonuçta satacak kadar kesekâğıdı sayısına ulaşamazdım. Ya da çırak diye girdiğim dükkânın düzen ve intizamından şikâyet edip her şeyi kendi kafama göre yerleştirmeye başlar ve kısa sürede kapının önüne konulurdum.
Bu yüzden, harçlık kazanma alanlarım çok daha renkli ve yaratıcıydı benim için. Gözümden düşmüş eski oyuncaklarımı, okunmaktan eprimiş ve hatta bazı sayfaları yırtılmış kitaplarımı, sonra evde bulduğum kimi ıvır zıvırı haraç mezat satılığa çıkarırdım mesela. Mahallenin çocuklarına son derece ilginç gelirdi tezgâhım. En iyi müşterilerim ise ikiz kuzenlerim Utku ile Duygu olur, ama her defasında aldıklarını birkaç saat sonra geri getirip paralarını iade etmemi isterlerdi. Böyle durumlarda, Hikmet ve Hidayet Halamlar yetişirlerdi yardımıma. Tezgâhımda bulunan tüm mallarımı toptan satın alırlar ve beni dünyanın en mutlu insanı yaparlardı. Bazen de böyle direkt satış yapmak yerine başka bir tezgâh kurup çekiliş (tombala) düzenlerdim. Çekilişe konanların çoğunluğu uyduruk şeyler olurdu elbette. Ama bir iki parçanın değerli olmasına (Denizkent kumsalında bulduğum bir şeytan minaresi ya da deniz salyangozu gibi) dikkat eder ve sonuçta yaptığım işi önemli, eğlenceli ve heyecanlı kılardım.
Bunların dışında birkaç defa da simit satmayı denemiştim. Mahalle aralarında dolaşıp ne anlama geldiğini bugün de çözemediğim “sscccabuuuyaakkk” diye bağırırdım. Ama tablamdaki simitleri kendim yemeye ya da götürüp hepsini birden Meserret Halama satmaya kalkışınca, bu işimin de çok uzun ömürlü olmadığını anlamışsınızdır umarım. Aslında son derece kârlı bir işti. Simitleri alıp arka sokağa taşımam yeterliydi. Ah bir de tüm simitleri Meserret Halamın satın almasına, annem karşı çıkmayaydı, iyiydi!..
Bu hikâyenin yangından başlayıp önce romantizmin doruklarına çıktığının, sonra da gözlerini para hırsı bürümüş bir çocuğun maceralarına dönüştüğünün elbette farkındayım.
Ama unutmayın ki, 12 Eylül de bir yangındı bu ülke için. Başlangıçta herkes tarafından mutlulukla karşılanıp alkışlarla kabul görmüş, sonra paşalar sayesinde romantik rüyâlara yatılmış ve insanlar derin uykularındayken, memleket tümüyle kapitalizme teslim edilmişti. Ardından kısa yoldan köşeyi dönüp zengin olmanın yollarını aramıştı bu millet. Kimileri bulmuştu da… Oysa yangın içten içe yanmaya devam etmiş, ocakları söndürmüş, yürekleri dağlamıştı bir kere… Öyle ki, külleri 33 yıl sonra bile, hâlâ üzerimizde.
– o –