top of page

Toprak

 

Ben tanıdığımda, yetmişini çoktan geçmişti babamın dedesi Vehbi Dedem. Hacı Dede derdik biz ona. Uzun boylu, ağır kanlı, sessiz, sakin, kendi hâlinde bir ihtiyardı. Genelde, aksakalını sıvazlayıp bir köşede oturur, oturmadığı zamanlarda ise yatardı. Avurtları çökmüş, iri siyah gözlerinin feri sönmüştü. Maailemizin en büyüğüydü. Kimse saygıda kusur etmez, hürmet gösterir, biraz da korkardı belki de. Ben ise hiç çekinmezdim ondan. Ne zaman elini öpsem, sürekli cebinde taşıdığı keskin mi keskin nane şekerleriyle ödüllendirirdi çünkü beni. O şekerlerin tadını, bugün bile hatırlarım. İçimi bir ferahlık kaplar.

 

Hayatı boyunca pek çalışmamıştı Hacı Dedem. Bugünkü Gönen’in artık içinde kalan Hasanbey köyünden ayrılıp kasabanın merkezine yerleştiklerinde, köyün devriyle birlikte hatırı sayılır bir gayrimenkul zengini olmuştu ailesi. Bağlar, bahçeler ve bostanlarla doluydu cebi. Ama hazıra dağ dayanmaz derler ya, çalışıp üretmeyince bir bir elinden çıkarıp güzelce yemişti hepsini. Son kalan bahçeyi ise torununun (babam) düğününde sattığı söylenir.

 

Bağı bahçesi bolken, anneannemle birlikte çalışmaya gitse de, daha ilk yarım saatte yorulur, karın ağrısından şikâyet eder ve bir meyve ağacının gölgesinde uykuya yatarmış. Sonra tam öğle yemeği saatinde uyanır, anneannemin hemen oracıkta hazırladığı sofraya kurulur, güzelce karnını doyurur, ama arkasından iş çalışmaya gelince yine çekilirmiş serin bir ağacın gölgesine. Hemen hemen her gün böyle sürüp gitmiş tüm ömürleri. Hasat zamanı geldiğindeyse ya 3 kuruşa satarmış bütün bir yılın ürünlerini (ya da sadece anneannemin emeğini) veya onu da beceremez, gidip bir yerlere dökermiş meyve ve sebze dolu küfeleri. Bu yüzden olsa gerek, genç yaşta hacı olmayı seçmiş ve huşû içindeki köşesine çekilmiş.

 

Son yıllarında hiç kalkmazdı yattığı yerden. Sadece arada bir doğrulup hemen yanı başındaki tükürük hokkasına eğilerek boğazını temizlemekle yetinirdi. Rivayete göre, bu kutuyu zor almışlar günlerden bir gün abim Ogün’ün elinden. Parmağını kutuya daldırıp tam tadına bakmak üzereyken…

 

Artık büyüdüğünü düşündüğü torunlarına ya da torun çocuklarına, belli bir yaştan sonra, tedavülden kalkmış, ortası delik 10 paralardan verirmiş Hacı Dedem. Ama bana hiç vermedi. Beni de büyütecek kadar ömrü vefa etmedi çünkü. Eğer verseydi, o ortası delik 5 veya 10 paraları övünçle saklardım şimdi…

 

5 Aralık 1982’de öldüğünde 84 yaşındaydı. Geceden başlayan kar, her yanı beyaza boyamıştı. Bahçe içindeki küçücük evlerinin oturma odasında, sırt üstü yerde yatıyordu cansız bedeni. Üzerine beyaz bir çarşaf örtülmüştü sadece. Bir de ekmek bıçağı vardı çarşafın üzerinde. Gördüğüm ilk “ölü” o olmuştu. Üşüyecek şimdi diye safça bir düşünce geçmişti içimden.

 

O tarihten sonra “ölüme” bu denli yaklaşmadım bir daha… Hiçbir yakınımda…

 

•••

 

“Vallah billâh beyim” diye söze başlayıp “mütemadiyen” ile devam eden cümleleriyle sıra dışı bir adamdı İsmail Dedem. Bir Cumhuriyet aydınıydı. Sadece çocukları değil, tüm insanları çok sever, her şeye iyi tarafından bakıp yaklaşır, teklifsizce kucaklardı. Boyu kısa sayılırdı, bedeni tıknaz. Gür kaşlarının altındaki küçücük gözlerinin içi gülerdi sürekli. Çıplak başını ise her zaman bir fötr şapka ile örterdi. Mevsimine göre kaşe ya da keten şapkasını almadan sokağa çıkmazdı. Otuz altı sene devlet hizmetinde bulunduktan sonra emeklilik yıllarında dahi tiril tiril takım elbisesi ile dolaşırdı. Cebinde bir pazar filesi olurdu ceketinin. Akşam eve dönerken eli boş gelmeyi sevmez, mutlaka bir şeyler taşırdı yaşadığı eve, torunlarına…

 

Beni çok severdi, bilirim. Kendine benzetmesinden gelirdi sanırım bu ilgi. Oysa, abim gibi sarışın, mavi gözlü olmasam da babama benzerdim ben aslında. Saçlarımdaki kırlar, otuzumdan sonra sıklaştıkça, fiziksel benzerliğim daha çok arttı babama. Ruhen ise kopyasıydım zaten…

 

Dudak tiryakisiydi İsmail Dedem. Ağzının kenarında, külü uzamış sigarasıyla gün boyu evin içinde dolaşırken, benimle uğraşmaya da bayılırdı. Eğer televizyon izliyorsam, gelip tam önümde dikilirdi. Yatıp uyuyorsam, ayaklarımın altını gıdıklardı. Uyanıp baktığımda, İsmail Dedemi kıs kıs gülerken yakalardım. Benimle daha çok bu yolla iletişim kurardı işte. Harçlığımı ise hiç eksik etmezdi bir de…

 

Çocuk ruhlu olmasının yanında, müthiş titiz ve düzenliydi. Mikroplardan ödü kopardı. Iç cebinde, küçük bir şişede limon kolonyası taşır, arada bir kolonyasını çıkarıp ellerini güzelce dezenfekte ederdi. Sanırım benim titizlik hastalığım ve obsesif tavırlarım, ondan gelir.

 

Yemek seçmezdi belki. Ama ağzının tadını iyi bilirdi. Ve lezzete olan düşkünlüğü sonucu kolesterolü yüksekti. İlerleyen yaşlarında ise ülser de eklendi bedenine; mide kanaması geçirdi. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde basit bir operasyonla sağlığına kavuştu çok şükür. Annem yanındaydı Özge ile birlikte. İzmir’e gelmiş, bizleri Gönen’de bırakmıştı. Gündüz annem, gece dayım refakat ediyordu dedeme. Ancak nekahet döneminde, kültür-fizik hareketleri yapmış hastane odasında bir gün tek başınayken. Dikişleri patlamış. Tekrar ameliyata almışlar. Ama narkozdan uyanamamış.

 

20 Ocak 1983’de, 72 yaşına daha yeni girmişken, işte böyle ayrıldı dünyamızdan Teoman Bey… Şimdi nasıl demeli; pisi pisine mi? Evet, aynen öyle… 

 

•••

 

Hani bazı insanlar vardır çevrenizde; akılları, zekâları ve çalışkanlıklarıyla size yol gösterip örnek olurlar. Son derece özel insanlardır onlar. Sayıları azdır. Yaşarken kendileri farkında değildir aslında üstün özelliklerinin. Bilmezler gerçeği; “cennetlik” olduklarını ve saklı kalmış diğer hazinelerini…

 

Mefharet Halamı ve onun ikizlerini kendi elleriyle büyütmüştü bu cennetlik kadın. Ufak tefek olmasına rağmen güçlü, kuvvetliydi. En zor işleri bile hakkıyla yerine getirir, yorulmak nedir bilmezdi. Yemekleri ise çok lezzetliydi.

 

Orman yeşiliydi sonra gözleri. Derinlerinde, müthiş bir merhamet gizli…

 

Her zaman mis gibi arap sabunu kokardı yaşlı evi. Ahşap rabıta döşemeleri önce ovalayıp fırçalar, sonra da kendi icadı bir paspasla güzelce silerdi. Daha 70’lerde (belki de daha eski) keşfettiği bu paspas, uzunlamasına, ince şeritler hâlinde kesilmiş eski bez parçaları ile paçavraların, yine uzunca bir sopanın ucuna tutturulmasından mükellefti. Yani 90’larda hayatımıza giren ve bugün her evde mutlaka bulunan gelişmiş örneğinin ilk hâli sayılırdı. Zamanında patentini almış olsaydık keşke diye düşünmeden edemiyor şimdi insan… 

 

Üniversitede okurken, sık sık gelirdim Gönen’e. Her defasında, zorla para sıkıştırırdı cebime. Verdiği harçlık, ancak bir simit almama yetecek olsa da (hatta ona bile değil) arkamdan “hepsini harcama” diye seslenirdi.

 

İlerleyen kataraktına zamanında müdahale edilmemiş ve bir gözünü kaybetmişti 1987’de. Göz alındıktan sonra kapağı üzerine dikilmişti. Yıllar sonra bir gün yanında oturuyorken, gözlerinin nispeten sağlıklı olduğu, ancak giderek daha da bozulduğu eski günlerini hatırlamış ve Hacı Dedemin, bozuk gözleri nedeniyle kendisine serzenişte bulunduğunu anlatmıştı bana. “Senin gözler artık görmüyor, evleneceğim ben” demişti Hacı Dedem… Anneannem ise “Kimde gönlün, söyle ben elinden tutup da getireyim sana…” Bu olayı naklettiği aynı gün şöyle devam etmişti sonra: “Oysa, al şu parayı da git gözlerini yaptır deseydi, şimdi benim de iki gözüm birden olurdu… Sonunda evlenmiş ama Hacı Deden, muradına ermiş. Geçenlerde mezarına gittim. Yanında bir kadın yatıyordu…”

 

İşte böyle yüce gönüllü bir insandı anneannem. Cennetlikti.

 

Son yıllarındaysa iyice unutkan olmuştu artık yaşlı zihni. Bir gün elinde ayna, için için ağlarken bulmuş babaannem onu. “İfaket, benim gözüm nerede” diyormuş kızına, yarım kıymığına…

 

Düşüp kalça kemiğinin kırıldığını da hatırlamıyordu son günlerinde. Yaşlılığından dolayı ameliyat olamamış, kırık bir kalçayla tamamlamıştı ömrünü. Ama acısına aldırmadan (ya da kırığını unuttuğundan) yerinden kalkmaya çalışırmış yine de. Su içmek için mutfağa gidermiş emekleyerek. Gece vakti uyandırmak istemezmiş babaannemi. Kıyamazmış ona…

 

29 Kasım 1994’de kaybettiğimizde, tam 91 yaşındaydı bu cennetlik kadın. Son vazifemi yerine getirmek için gidememiştim Gönen’e. Babamın acısı yeniydi çünkü. Ama gittiği yeri çok iyi bildiğimden, içim rahat olmuştur o günden beri... 

 

•••

 

Adile Naşit’e benzetirdim ben babaannemi. Onun kadar neşeli, şen ve hareketli değildi belki. Aksine hüzünlü, ağır kanlı ve durgundu çoğu zaman. Ama sevecenliği, koruyuculuğu ve yufka yüreği açıktı herkese.

 

Mevsim hangi döngüde olursa olsun, çıplak ayakla dolaşırdı gün boyu. Başında, çevresi iğne oyasıyla süslenmiş tülbenti olurdu evde çalışırken. Sımsıkı bağlardı bu örtüyü. Açtığında ise pamuk beyazı saçları çıkardı ortaya; yumak yumak…

 

Buzdolabından buz yerdi sürekli. Sanırım yüksek şekerinden dolayı dili, damağı kurur ve çatır çutur yediği bu buzlar, ona iyi gelirdi. Şekerin yanında kilosu da vardı sonra. Genç yaşında geçirdiği felç ve sonrasında uygulamaya çalıştığı sıkı perhiz, işte bu yüzdendir.

 

Ama perhize uymak ne mümkün? Gönen’in yerel mutfağı, daha çok hamur işleriyle şenlendirirdi çünkü damakları. Saçaklı mantılar, kocakulaklar, kıvırmalar, tepsi börekleri, keşkekler, gödekler, cicipapa ve mekikler… Bir de bunlara kavurmaları, kızartmaları ve cevizli baklavalarla sütlü kabak tatlılarını eklediniz mi, son derece lezzetli bir perhiz, tamam! Ama elbette sebze de pişerdi evinde. Çocukları ya da kocası izin verdiği sürece… Taze bezelyenin başına gelenleri, Hayâl Bilgisi’nde ayrıca anlatmak isterim.

 

Çamaşır makinesi ile tanışana kadar, elinde yıkarmış tüm evin çamaşırlarını babaannem. Arka bahçedeki karaltıda (odun, kömür ile çeşitli bahçe malzemelerinin istiflendiği ve işe yarayan ya da yaramayan şeylerin konulduğu küçük bir depo, korunak) bulunan ocak yakılır, üzerine kazanlar yerleştirilir ve bu kazanlarda kaynaya kaynaya yıkanırmış çamaşırlar. Ahmet Dedem ise ne zaman karaltıdan tüten bir duman görse, börek pişirmek için yakıldığını sanırmış ateşin ve “Börek mi yapıyorsun?” diye seslenirmiş bahçeye. Aslında çamaşır günü olduğunu bilirmiş elbet. Bunun üzerine babaannem, önce içinden uzun uzun söylenir, ama sonra ölür de içime dert kalır diye puf böreği yaparmış akşama. O yorgunluğun üzerine, her defasında ve mutlaka…

 

Yüksek lisansım bitince doktora da yapmak istediğimi öğrendiğinde, gurur duymuş ve çok sevinmişti babaannem; hem benim, hem de kendi adına. Doktor olunca, kendisine artık benim bakacağımı, şifa sunacağımı sanmıştı çünkü. Gerçeği söylememiştim ona…

 

Ama biricik oğluyla annesini arka arkaya toprağa verince içine çekildi babaannem. Kapattı tüm kapılarını. Üzerine kalça kemiğini de kırınca iyice küstü hayata. Oysa başarılıydı ameliyatı. Sağlığı yerindeydi. Fakat iyileşmek istemedi hiç. Ve 30 Nisan 1997’de, henüz 72 yaşındayken bıraktı bizleri. O gittikten sonra ise maailemiz, eskisi gibi olmadı bir daha…

 

•••

 

Yakışıklıydı Ahmet Dedem. Güzel adamdı. Çelik mavisi gözleri vardı ve heykel gibi biçimliydi yüzü. Limon suyuyla geriye doğru  tarayıp yatırırdı gür saçlarını. Seksen yaşından sonra ise bu iş için jöle bile kullandığını bilirim ben.

 

Akşam eve geldiğinde, altına pijamasını giyse de, kolalı gömleğini çıkarmaz, kravatını gevşetmez ve mevsimine göre yeleği, süveteri ya da hırkası üzerinde, öyle otururdu yatana dek…

 

Kökleri, Balkanlar’dan geldiğinden mâcır ya da muhacir diye tanımlardı kendini. Ama biz, babaannem tarafına daha çok çekmiş olmalıyız ki, Gönen’in yerlisi anlamına gelen “manav” diye bilirdik geçmişimizi. Sadece manav âdetleriyle pişen yemekleri severdik çünkü. Dedemin yemekleri ise başta tarhana çorbası olmak üzere onun istediği gibi hazırlanırdı. Damak zevkine müthiş önem verir, sofrasının zengin olmasını bekler; çorbası, salatası, zeytinyağlısı ve en az iki çeşit sıcak yemek yoksa sofraya oturmaz ya da burun kıvırır ve tadı kaçardı. Yemek sonunda ise mutlaka tatlı da olmalıydı masada. Olmadı, üşenmeyip kalkar kendi yapardı. Evet, bilirdi aslında mutfak kültürünün bütün inceliklerini. Rivayet olunur ki, hanımgöbeği tatlısında üstüne yoktu. Ve bir lor helvası (höşmerim) yapardı; parmaklarınızı yerdiniz.      

 

Yetmiş yaşına kadar direksiyon sallamıştı. Yollarda geçmişti çileli ömrü. Sanırım yolda olmayı ve yolculukları, bu yüzden çok severdi.

 

2003 yılında, Paris seyahatimiz dönüşü hastanede ziyaret etmiştim onu. Paris sokaklarında nasıl kaybolduğumuzu, yemeklerini, müzelerini, metrosunu, parklarını, insanlarını ve özcümle Paris hayatını anlatmıştım ona bir bir. Can kulağıyla dinlemişti beni. Uçağa binmekten nasıl korktuğumu da eklemiştim sözlerime. Gülüp geçmişti. Çünkü benim dedem, Uçak Ahmet’ti.     

 

3 Ağustos 2003’de, 91 yaşında ayrıldı yeryüzünden gökyüzüne doğru. Çıktı son yolculuğuna. Şimdi, ne zaman bir uçak geçse başımın üzerinden, el sallarım ona…

 

•••

 

Babamın hasta olduğunu, ilaç alıp yatak döşek yattığını hiç bilmem ben. Hatta doktora gittiğini, raporlu olup istirahat ettiğini bile hatırlamam. Bu yüzden 1993 yazında, şiddetli bel ağrıları başladığında, gelip geçer diye sanmıştık hepimiz. Ağrıları dinmeyince anlamıştık gerçeği…

 

Aralıksız 22 yıl çalışmıştı 1988’e kadar. Benim üniversite hayatım İzmir’de başlayınca ise istifasını sunmuş ve hep beraber göç etmiştik İzmir’e. Ama babam, sadece hafta sonları geliyordu yanımıza. Dershâne öğretmenliğine başlamıştı çünkü Gönen, Bandırma ve Biga‘da…

 

Neden sonra biri akıl vermiş. Futbol oynarken de sigortalı olduğu ortaya çıkmış. İki ayrı kurumda biriken günler toplanmış ve emekli olmaya hak kazandığı anlaşılmış. Bunun üzerine, Emekli Sandığı daha avantajlı olduğu için mesleğe geri dönmüştü 1990’da babam. Tayini Konya’ya bağlı Ilgın Lisesi’ne çıkmıştı. Ama sadece 1 ay çalışması yeterliydi. Sonra emekli olacaktı. Öte yandan, aynı dönemde İzmir’in büyük dershânelerinden biriyle de anlaşmıştı. Bu yüzden, meslek hayatı boyunca hiç tasvip etmediği bir şey yaptı: Ilgın’da göreve başladığının üçüncü günü, tuttu, rapor aldı. Bir ay sonra ise emekliydi artık…

 

Özel derse, dershâneye karşıydı aslında. Dersin derste, yani okulda öğrenilmesi gerektiğine inanırdı. Benim sürekli zayıf olan matematiğime, bu yüzden olsa gerek, bir çare bulunamamıştır.

 

Kısa sürede, İzmir’in aranılan isimlerinden biri olmuştu. Dershânedeki en iyi sınıflar, ona teslim edilirdi. “Gerçek öğretmenliğin ne anlama geldiğini, dershânede anladım ben” demişti bir keresinde. Futboldaki yetenek, hız, zekâ, rekabet ve başarılı olma arzusunu, dershânelerde çalışırken yeniden keşfetmişti belki de…    

 

Paragraf sorularını yazarak yardım ederdim babama. Alıp, testlerinde yayınlardı, mutluluk duyardım.

 

Bir gece vakti, daktilomda takır tukur tuşlara basa basa yine böyle bir soru hazırlarken ya da hiçbir zaman beceremediğim sıkıcı ve didaktik oyunlarımdan birini daha ödev olsun diye yazarken, odama girmişti babam. Dumanlıydı içerisi, sigaram yanıyordu çünkü. Hemen kâğıtlarla örtmüştüm kül tablasının üstünü. Normalde, bir kitap alıp çıkardı yanımdan. Ama bu sefer, arkamdaki koltuğa oturup kalmıştı odamda. Eni konu korkmuştum doğrusu. Oysa, bana bir asır gibi gelen bir süre sonra “Yatmadan önce iyice havalandır burasını” demişti sadece…

 

1993 yazında böbreğini aldılar babamın. Yine de kısa sürede sağlığına kavuştu. Hatta çalışmaya bile başladı. Rutin kontrollerinde, her şey yolunda görünüyordu. Ama dokuz ay sonra karaciğerine sıçradı hastalık. Yıpratıcı ve yorucu kemoterapi seansları ise ondan sonra başladı.

 

Ben, İstanbul’daydım o dönem. Şehir Tiyatroları’na girmiş, bir hayat kurmaya çalışıyordum kendime. Bir hafta sonu yine gelmiş ve hastanede ziyaret etmiştim babamı. O gece dönecektim İstanbul’a. Özel odadaki kanepeye uzanıp uyumuş annemi odada bırakıp dışarıya çıkmıştık birlikte. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bahçesinde uzun uzun dolaşmış, çay içmiştik karşılıklı. “Sen burayı düşünme” demişti bana. “Ben iyiyim ve gurur duyuyorum seninle…”   

 

O gece, babamı son görüşüm oldu. Ve 31 Ekim 1994’de, henüz 49 yaşındayken öldü.

 

Önümüzdeki yıl, tam 20 sene olacak babamı yitireli. Zamanla her şey düzelir, acılar unutulur dense de, benim acılarım hâlâ daha taze. Çok özlüyorum çünkü onu.

 

Karşıyaka’nın sırtlarındaki Yamanlar’ın eteklerinde yatıyor babam şimdi. Önünde, çok sevdiği Ege Denizi. Imbatla gelen iyot ve tuz kokusu ise toprağında gizli.

 

Yıllar önce bir çam ağacı dikmiştik mezarına, annem ve abimle birlikte. Tutmadı o fidan. Kurudu gitti. Şimdi ise bir çınar dikeyim diyorum o toprağa. Bir anıt çınar olsun büyüdüğünde. Heybetle yükselsin gökyüzüne. Ya da en iyisi Gönen parkından bir çitlembik (menengiç) fidesi alıp geleyim. Onu sunayım babama. Kökleriyle kucaklasın toprağı. Yemişkenlerle dolsun dalları. Ve babam, böylece dönsün Gönen’deki özüne…            

 

– o –

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page