top of page

Kaybolanlar

 

Belki telefonumuzu cepten çıkarıp misâl Japonya ile konuşabiliyoruz bugün istediğimiz zaman. Dünyanın öbür ucundaki bir haber, anında ekranlarımızda. Yararlı ya da zararlı, doğru ya da yanlış her türlü bilgi ve görüntüye bir tıkla ulaşmamıza izin veriyor internete bağlı bilgisayarlar. Yeni binyılla birlikte iletişim çağına girdik çünkü; oysa çok değil 30 yıl öncesine kadar gerçek ve samimi bir iletişim içinde yaşadığımızı bilmeden.

 

Türkiye; kabalığın, küstahlığın, cahilliğin ve kötü niyetin krallığı oldu günümüzde. Anadolu‘da yüzyıllar sonucunda ulaştığımız o derin kültür, hızla çürümekte. Kalitesizlik, kaliteye düşman. Bu düşmanlığı besleyen en büyük güç ise medya, hem de hiç durmadan.

 

Akşam yemeğinden gece yarısı uyuyana (sızana) kadar, günde en az sekiz saat televizyon izliyor insanlar. Düşünme yeteneği süratle azalıyor. Çünkü son derece kalitesiz yapımlarla dolduruyor beynini ve değerli vaktini. İvan Pavlov’un köpekleri gibiyiz artık; koşullandırıldık buna. Ya da Herbert Marcuse’un işaret ettiği üzere tek boyutlu kılındık hepimiz. Her gün ömrümüzün üç saatini bir gecede tüketen diziler sayesinde bakıyoruz hayata. Kahkaha makinelerinin efekti olmadan gülemiyoruz öte yandan. Aptalca televizyon şovlarıyla uyuşturulduk artık. İspanyol filozof Jose Ortega y Gasset’in dediği gibi, “Bu dünyada hiçbir şey, popüler kültürdeki kötü zevk kadar bulaşıcı değildir” çünkü.

 

Yani aptal kutusu televizyonlar ile hepimizi kendi içine hapsedip yalnızlaştıran ve yoksullaştıran bilgisayarlar ele geçirdikçe insanoğlunu birer birer, haber alma ve iletişim özgürlüğümüzü yitirdik aslında teker teker…

 

“Geçmiş Zaman Eki”nin son yazısını kaybolan iletişim ve haberleşme araçlarına ayırıyorum bu yüzden. Günümüzdeki kültürel yozlaşmanın nedenlerini ararken, ne kadar mutlu, onurlu ve gelecek için umutlu yaşadığımız o güzel günlere dâir huzurlu bir haber verirler belki size kendi geçmişinizden…

 

Mektup

Bir zamanlar uzak akrabalardan, askerdeki delikanlılardan, sevgililerden ve özcümle tüm dostlardan gelmesi hasretle beklenen; dolmakalemle özenerek ve mutlaka el yazısıyla bembeyaz ak kâğıda satır satır yazılan en önemli iletişim aracıydı mektup. Kokusu, rengi, zarfı, pulu ve damgasıyla farklı olan; alan kişiye aidiyet hissi veren, okunduktan sonra özel kutularda uzun yıllar saklanan, arada bir açılıp tekrar tekrar okunan; çünkü sımsıcak duyguları, düşünceleri ve haberleri içten aktaran; bir askere aitse ucu yakılan; sevgiliden geliyorsa içine parfüm sıkılan o mektupların yerini şimdilerde “e-mail”ler aldı. Aynı özel etkiyi ve sıcaklığı e-mail ile de yaşıyorsanız elbette sorun yok! Ama ben yine de küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden…

 

Radyo

Üç boyutlu HD yayın formatıyla dijital teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanan ve yüzlerce kanal seçeneğiyle günümüzün vazgeçilmez iletişim aracı hâline gelen televizyonlardan önce, her evin başköşesinde mutlaka bir radyo bulunurdu. Markası “Aga” olanlar en makbulüydü. Düğmesi “çıt” diye çevrildikten sonra içindeki lâmbanın ısınıp yayının başlaması için belli bir süre geçmesi gereken radyolar, sadece günün belli saatlerinde çalışırdı. Akşam olduğunda tüm ev halkı önce “Yurttan Sesler” ile şenlenir, “Ajans” başladığında pürdikkat kesilerek haberler öğrenilir, “Radyo Tiyatrosu” ya da “Çocuk Bahçesi” dinlendikten sonra da merak ve heyecanlar “Arkası Yarın”a bırakılırdı. Bunlardan arta kalan asrî zamanlarda ise insanlar birbirleriyle konuşur, sohbet eder, tanışır; bazen de kısa, orta ve uzun dalgalarda gezinilerek cızırtıların birbirine karıştığı yabancı bir ses ya da nefes aranırdı. Bugün 24 saat canlı yayın yapan yüzlerce radyo kanalımız olsa da o büyülü kutu ile yaratılan masum radyo yıllarını özlemeden geçemiyorum ben…

 

Telgraf

Daha çok neşeli, mutlu ve kutlamaya yönelik, ama bazen de üzücü haberlerin aracıydı. Mors denen bir alfabe yardımıyla çalışırdı.

Normal, acele ve yıldırım olmak üzere üç farklı seçeneği vardı. Adından da anlaşılacağı üzere bu seçenekler erişim hızıyla ilgili olsa da hizmetin ücreti de işin aciliyet derecesine göre belirlenirdi. Ancak “acele” ile “yıldırım” arasındaki farkın ne olduğunu kimseler bilmezdi. Gelen iletiyi tıpkı mektupta olduğu gibi postacı getirirdi. Üzücü bir haberin alınabileceği korkusuyla pusula endişeyle açılır ve çok şükür ki, arkasından tüm yüze yayılan bir gülümseme ile sevinç nidâları atılırdı; bir bebeğimiz oldu stop dedemin adını verdik stop hepimiz çok mutluyuz stop

 

Mendil

Erkeklerin tercihi düz beyaz ve pamuklu, kızların ise hem dantelli, hem de ipekliydi. Yerine göre arka cebe, çantaya ya da eğer ki öğrenciysen önlüğün sağ cebine konulurdu. Her zaman temiz olmasına özen gösterilir, misler gibi yıkanır ve ütülü tutulurdu. Sokakta, bahçede, okulda, tarlada yıkanan eller ve yüzler bu mendille kurulanırdı. Sinemada romantik bir film izlenirken buğulanan gözlerin yardımına da yine o koşardı. Sonra düğünlerde halay başının elinde coşkuyla havalandığını görürdünüz. Ya da çok uzaklara giden bir geminin güvertesinde usul usul sallandığını… Bizler o kadar eskileri göremedik ama, bilirsiniz sevgiliye haber vermenin de en doğal ve basit yoluydu mendil bir zamanlar. Çünkü bir göz süzüp yere düşürürdünüz, yeter.

 

Islık

Mahalle kavramının ne olduğunu bilerek büyüdük biz. Sokaklarda top koşturduk; saklambaç, kovalamaca, kovboyculuk, evcilik, körebe, birdirbir, uzun eşek oynadık; düşüp dizlerimizi kanattık; hatta en az bir kere kolumuzu kırdık; yukarı mahallenin çocuklarıyla kavgalara tutuştuk; yürüyerek gidip geldiğimiz okullarda okuduk; acıktığımızda eve koşup bir dilim ekmekle karnımızı doyurduk; kısacası hayatı önce mahalle içinde tanıdık… Ve bu mahallede yaşarken birbirimize hep ıslıkla seslendik, öyle çağırdık. Mahallenin ne olduğunu bilemeden büyüyen çocuklarımız ise alışveriş merkezlerinin steril ortamlarında, büyük marketlerin reyonlarında sosyalleşiyorlar; komşu teyzelere ya da büyükannelere değil, kreşlere emanet ediliyorlar. Islıkla haberleşmeyi ise hiç bilmiyorlar… Bugün Karadeniz’in yüksek dağ köylerinde hâlen yaşasa da bu gelenek, asla yeterli değil elbet. Öyleyse şimdi hep birlikte frülü frülü frülü diye mi öttürsek?

 

Teleks

70’li yılların en popüler iletişim aracıydı. Daktiloya benzer bir klâvyeye sahipti. Aynı telefon gibi bir de numarası olurdu. Önce bu numara aranır; gönderilmek istenen veri, klâvyeden girildiğinde karşı tarafın teleksinde bulunan bir şaryodan yavaş yavaş kâğıda dökülürdü. Sadece yazı aktarabilen bu alet son derece ağır ve hantaldı. Faksın icadıyla birlikte kullanımı giderek azaldı ve sonunda unutulup bir kenara bırakılınca bize de onu arada bir hatırlamak kaldı.

 

Duman, Güvercin, Davul ve Ferman

Elbette o kadar da eskilere gitmek istemem ben. İki tepe arasında ateş yakmak; kanun gibi bir fermanın dediklerini ve gereklerini yerine getirmeye çalışmak ya da bir posta güvercini edinerek uzaklara haber uçurmak değildir niyetim. Ama hiç değilse Ramazan’da, makâmında ve usulünde çalınan bir davulun kıymetini de bilmek gerekir diye düşünürüm; güm güm de güm güm!

 

Yazlık Sinemalar

Çocukluğumuzun en güzel masalıydı yazlık sinemalar. İlkyazda sezonu açılır, sonbaharda okulların başlamasıyla kapanırdı. Yeni gelen filmler Murat 124 ya da Anadol bir kamyonet ile mahalle mahalle ve sokak sokak tanıtılırdı; mutlaka afişlerle süslenmiş olarak… Ailecek giderdiniz, tahta iskemlelere oturup filmin başlamasını beklerdiniz. Ve buz gibi bir gazoz içip yanında çekirdek çitlerdiniz. Hayatın başucu kitabı gibiydi o mekânlar. Ve en anlamlı okulu... İlk aşkınızı orada bulmuştunuz, ateşböceklerinin ve yıldızların altında… Uzaktan sever, arada bir bakardınız usulca; bir gülümsemesi yeterdi, ona haber yollamaya… Çocukluğumuzun en renkli rüyâsıydı o sinemalar. Keşke filmi geri sarmak mümkün olsaydı bir kere uyanınca…

 

Evin Küçük Oğlu

Belki de en etkili ve verimli iletişim aracıydı kendisi. Nereye isterseniz oraya giderdi, para-mara da istemezdi hani! Adresi söylemeniz yeterliydi. Komşudan bir pişirimlik kahve mi lâzım? Elinde boş fincanla çabucak gider, dolu fincanla dönerdi. Komşuluk anlamlı ve değerliydi çünkü. Büyüklerimizin “ev alma komşu al” demesi boşuna değildi. Evin küçük oğlu ya da yerine göre kızı, şimdilerin “direct-mail”i gibiydi özcümle… Hatta sesli mesaj servisi; bir mâniniz yoksa akşama annemler size gelecekmiş…

 

Kartpostal

Hiç kuşkusuz en incelikli ve özenli iletişim aracıydı. Her şeyden önce görsel boyutu da vardı. Yeni gelen yıllar ve bayramlar onun sayesinde kutlanırdı. Bazen simli-pullu bir yılbaşı ağacı olurdu, bazen de bir koç, ama kınalı… Bir de uzaklara gidildiğinde, gidilen yerden haber vermenin en güzel yolu sayılırdı. Kasabaların bile kartpostal serileri vardı bir zamanlar ve bu kareler sizi sevdiklerinize ulaştırırdı. Artık “sms”ler ve “e-card”lar olsa da bu işi gören; bence hâlâ birileri vardır, sizden allı-pullu tebrik bekleyen!

 

Postacı

Mahallenin bakkalı, manavı ve kasabı kadar bizden biriydi. Herkesi tek tek tanır, o şarkıdaki gibi selâm verir ve adreslerimizi ezbere bilirdi. Daha çok sevinç taşırdı omuzlarında ve bol bol da merak… Bizimle üzülür, bizimle sevinirdi heyecanlanarak... İletişim çağında olsak da bu denli iletişimsiz değildik o zamanlar hiçbirimiz. Kendi dünyamızda yaşardık ama daha evrenseldi hedeflerimiz ve ilişkilerimiz. Ve henüz yoktu özel kargo ile kurye şirketlerimiz… Çok şükür postacı bugün de var elbet, ama getirdiği sadece faturalardan ibaret!

 

Konuşmak

Evet, insanlar daha çok konuşurdu eskiden. Anlamlı, dolu dolu, saygılı, seviyeli ve içten. Ama inanırım ki, hâlen dahi var böyle konuşanlar yürekten…

 

Yanılıyor muyum? Yoksa çok mu geç kaldık geçmiş zamanlara dönmekten!

 

 

İzmir – 2009 / 2013     

© 2023 by Glorify. Proudly created with Wix.com

bottom of page