
Hatıralar Toplamı
Cumhuriyet’le birlikte başlayan “tutumluluk çağı”, 80’lerde yerini hızlı bir tüketim çılgınlığına bırakmadan önce, 70’li yıllarda tam bir tutumluluk esastı. Öyle ki, hiçbir şeyi atamaz, her türlü ıvır zıvırı inatla biriktirirdik küçücük evlerimizde: Divanların altları, kapıların arkaları, dolapların tepeleri, bahçelerin kuytu köşeleri, bodrumlar ve sandık odaları günün birinde işe yarar umuduyla saklanan bu “şeylerle” dolup taşar ve kimileri gerçekten işe yarardı. Yağ tenekelerine –iyice paslanıp çöp kovası olmadan önce– ağaç fideleri dikilirdi örneğin. Okunmuş gazetelerden kesekâğıdı yapılır ve hatta satılır, yoğurt kâselerine fesleğen ekilir, şokella kavanozları bardak olur, rakı şişeleri ya sürahidir artık ya da zeytinyağı doldurulur, lâstik şambrelleri ise biz çocukların denize girerken büyük bir eğlenceyle içine doluştuğu can simidi olup çıkıverirlerdi. Eski çoraplar yeni hayatlarına paspas ya da bulaşık bezi olarak devam eder, küçülen giysiler kardeşlere saklanır, ceketler ters-yüz edilip birkaç yıl daha giyilir, gömleklerin eprimiş yakaları içine kıvrılır, dizler ve dirsekler güzelce yamalanır, kösele ayakkabıların altları pençelenir, bu arada durmadan kazaklar, süveterler, atkılar, hırkalar örülür ve bizler tutumlu, biriktermeye meraklı, tekrar tekrar değerlendirmeyi bilen ve seven bir nesil olarak büyürdük sessizce…
Büyüklerimizden görüp öğrendiğimiz gibi biriktirmenin sonu yoktu. Aklımıza ne gelirse ve canımız neyi isterse ona merak sarar, giderek koleksiyonunu yapar ve toplardık sürekli. Değerli olup olmadığı önemli değildi. Kibrit kutuları, gazoz kapakları, tren biletleri, biçimli taşlar, sakızlardan çıkan futbolcu, artist ya da araba kartları, eski dostlardan ve yakın akrabalardan gelen kartpostallar, ve elbette pullar; hepsini özenle biriktirip saklar, tüm bunları kişisel hazinemiz sayıp ölümüne sahiplenir ve bu küçük “şeylerle” mutlu olurduk.
Benim en kıymetli hazinem ise kâğıt para koleksiyonumdu kuşkusuz. Tedavülden kalkmış Türk paralarıyla birlikte dünyanın değişik memleketlerine ait banknotlarına gözüm gibi bakardım. Bu iş için özel hazırlanmış bir albüm de edinmiştim ve hazinemi bu albümde saklayıp sergilerdim. İlk sayfalarını Türk paralarına ayırmıştım. Başta İnönü’lü 2.5 TL olmak üzere “3 imzalı” 5 ve 10 liralarımla övünç duyardım. Ardından Avrupa paraları gelir; franklar, şilin ve şilingler, marklar, drahmiler boy gösterirlerdi. Rubleler ve kimi Güneydoğu Asya banknotları onları takip eder, aradaki Arapça harfli kâğıtlardan sonra albüm Afrika’ya uzanır ve hazinem Güney Amerikalı peso serileriyle son bulurdu.
Hepsi ayrı bir renk, ayrı bir kültür ve bambaşka bir dünya sunardı bana. Koleksiyonumu çok sever, bakıp incelemeye doyamaz, belki de gereğinden fazla değer verirdim ona…
Salı günleri kurulan Gönen Pazarı’nda tezgâh açan bir antikacıdan alırdım paralarımı. Koleksiyonum büyüdükçe, haftada bir kasabaya uğrayan bu tezgâhla yetinmediğimi ve Biga, Bandırma gibi çevre ilçelere de yolumu düşürdüğümü hatırlıyorum şimdi. Ve tüm harçlığımı koleksiyonuma yatırıp sürekli beş parasız kaldığımı…
Neden sonra, “bu işin sonu yok, ben n‘apıyorum” ya da basit bir “sıkılganlık” ânımda, bıraktım para toplamayı. Götürüp hepsini, albümüyle birlikte yok pahasına (boş albüm parasına) o antikacıya sattım. Yüzünde güller açmıştı adamın. Çünkü iyice evirip çevirdikten sonra –sanki ilk defa görümüyormuş gibi– sadece 25 bin lira değer biçmişti hazineme. Gerçek değerinin onda biri bile değildi. Ama ben kabul etmiştim teklifini. Verdiği parayı cebime koyup hızla uzaklaşmıştım oradan. Ve soluğu, ne zamandır düşlerimi süsleyen, bulunduğu vitrinde defalarca gidip seyrettiğim Aciko marka walkman’in satıldığı dükkânda almıştım. Aynı parayla sahip olup çıkmıştım sokağa. Yanında bir de Dire Straits’in o yıl çıkan (1985) son albümü Brothers in Arms ile birlikte üstelik. Artık benden mutlusu yoktu. Kaseti yolda dinlerken uçuyordum sevincimden. Acayip havalıydım.
Ancak bir süre sonra pil dayanmaz oldu alete. Üç adet kalem pille çalışıyordu walkman’im ve bu piller birkaç gün içinde tükeniyorlardı. Sesler boğulmaya başlıyor, gitarla davulun ritmi yavaşlıyor ve Mark Knopfler’ın gür sesi kalınlaşıp dâvudî tonlara bürünüyordu. Kaset denen meret de ucuz değildi hani! Bantın sarıp bozulmasını göze alamazdım. Bu yüzden, bir arkadaşımın önerisiyle adaptör almaya karar verdim. Böylece hiç değilse evdeyken fişe takıp dinleyebilirdim. Aldım da… Ancak daha ilk çalıştırışımda dumanlar yükseldi Aciko walkman’imden. Teknolojinin son harikası motoru yanmıştı. Çünkü adaptörün gücü yüksek gelmişti. Oysa ben bilmiyordum ki, bu adaptörlerin de farklı voltaj seçenekleri sunduğunu, yanlış bir adaptörün Aciko’mu yakacağını, bu acının yıllarca içime oturacağını, bir haftalık müzik keyfinden sonra parasız pulsuz kalacağımı… Bir daha hiç walkman almadım kendime, hep uzak durdum. Ama ilk MP 3’ünü daha beş yaşındayken edinen Eylül Ada’nın kulağında, şimdi ne zaman bir kulaklık görsem, o Aciko’mu acı acı hatırlar, dururum.
Yine de toplayıp biriktirmekten, bu yaşıma kadar hiçbir zaman vazgeçmedim ben. Başka başka meraklara ilgi duydukça, hatıralar toplamıma hep yeni parçalar ekledim. Öyleyse tamam, itiraf ediyorum: Huyum kurusun ki, ben iflâh olmaz bir kirli-çıkınım!
Müze biletlerinden uçuş kartlarıına, amorti bile vurmamış piyango eskilerinden ilkgün zarflarına ve harita ya da gravür replikalarından tanımadığım insanların siyah-beyaz fotoğraflarına kadar elime geçen bir dolu ıvır zıvırı, değerli olup olmadığına bakmadan özel kutularda, büyük zarflarda, defterlerimin arasında ve kilitli çekmecelerde yıllardır büyük bir özenle saklar dururum çünkü ben.
Bazen atmaya kıyamadığım bu “şeyleri” saklandığı yerden çıkarır; evirip çevirir, bir iz, bir yansıma - hikâye - hatıra ararım. Müze biletleriyle; Louvre’u, Versay’ı, Rodos’un Üstadlar Sarayı’nı, St. Marco Bazilikası’nı, Accademia’yı, Uffizi’yi, St. Pietro’yu, Sistine Şapeli’ni, St. Vitrüs Katedrali’ni ve Stephansdom’u ya da Ayasofya’yı, İzmir’in Agorası’nı, Efes’i, Bergama’yı, sonra Aspendos’u, Bodrum’u... Tekrar tekrar ve büyük bir keyifle dolaşırım.
Piyango biletlerinde ise nasıl umutlandığımı hatırlar ve tıpkı tanımadığım o insanların siyah-beyaz fotoğraflarında olduğu gibi belli belirsiz sırıtırım.
Benim için bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayan bu dipsiz kuyunun içinde, gerçekten değerli olanlar da vardır elbette. Babamdan miras pul koleksiyonum örneğin. Albümün sayfalarını özenle çevirdikçe ve dünyanın dört bir köşesinden gönderilen o güzelim pullara baktıkça küçük bir dünya turuna çıkar ya da bol bol memleket havası çekerim içime. Teneke bir çay kutusu içinde biriktirdiğim ve ağırlığı iki okkayı bulan “demir” paralarımın parlaklığı ise gitmiştir çoktan. Yine de onlarla dünyaları aldığımız o “parlak” yılları özlemle hatırlarım.
Bu hatıralarımın hepsi, yazı odamda saklı durur şimdi. Bugüne kadar edinip okuduğum ya da yararlandığım (Temmuz 2013 itibariyle 1534 cilt) iki duvar dolusu kitabımla birlikte yaşarlar onlar. Masamın önünde, çalıştığım ya da beğendiğim oyun afişlerinin hemen yanında ise üç sıra hâlinde minyatür içki koleksiyonum dizilidir. Çoğunluğu yurt dışı gezilerimden hatıra; viski, konyak, brendi, likörler, rom, tekila, cin, uzo, votka… 95 minik şişe, rengârenk iksir, gülümserler bana… Yine yurt dışından topladğım rozetlerimi özenle yerleştirdiğim panom vardım bir de. Ülke bayrakları ve şehir amblemleri, beni o yabancı ellere tekrar tekrar götürürler.
Yazı odamın en değerli parçaları ise kitaplığımın en gözde raflarında dururlar. Büyük babaannem Hâfızhanım Fatma Edibe’nin çeyizinden kalıp (1891) odamı lacivert ışıklara kesen çinko kevgir; anneannemden (Ayşe Ninem) bana emanet toprak küp ile idare lâmbasının yağ haznesi; ve Ahmet Dedemin fildişi kol düğmeleri ile bakır pirinç alaşımı mührü… En yenisi 70 yaşındadır bu hatıraların…
Ah bir de kâğıt para koleksiyonum dursaydı bir köşede. O yılgınlık ve sıkılganlık hâlini hiç yaşamasaydım. Aksine kaldırıp da bir çekmeceye, öylece unutsaydım 28 sene boyunca. Şimdi sakladığım yerden çıkarıp ara sıra baksaydım o albüme ben yeniden. Bana öğretildiği gibi saklamayı bilseydim, kıyıp da elden çıkarmasaydım keşke…
İnsan, hatıralarıyla yaşar.
– o –